Hayatınızın her alanında gizliden gizliye rol oynayan birileri vardır. İyi mi kötü mü bilmiyorum fakat vardır böyle birileri, ya çok seversiniz ya da ölümüne nefret edersiniz onlardan. Park Jihoon, delicesine nefret ettiğim aynı zamanda deli gibi yanıp tutuştuğum biriydi. Hayatımın her alanında küçük bile olsa bir rolü vardı ve sanırım nefret ettiğim şey buydu.
Bir şeylerin farkına vardıktan sonra yıllarca göstermek istediğim kişiliği göstermemi engelliyormuş gibi hissediyordum. Yanındayken ben olmak istesem bile her defasında çekingen tarafım ortaya çıkıyor, geceleri 'yapabilirsin' dediğim hiçbir şeyi yapamıyordum. Korktuğum çok fazla şey vardı ve Jihoon korkularımın üzerine gidip, beni mahvedecek hamleleri yapmaktan asla çekinmiyordu.
Her zaman düşünürdüm, nasıl hiçbir korkusu veya zaafı yoktu. Bir sorun varsa her zaman elinin altında tuttuğu maskesini yüzüne geçirir ve dizlerini yaraladığı o yolda kendine güvenen adımlar atardı. Herkesi bitkin gördüğünüz bir dönemde gözleri görünmeyecek kadar çok gülümserdi. Park Jihoon böyleydi. Mükemmel bir arkadaş çevresine sahipti ve doğruyu söylemek gerekirse çok fazla kıskanırdım. Tek başıma oturduğum bir kafede karşı masama neredeyse on kişi gülerek yerleştiğinde kıskanmamak imkansızdı zaten. Birbirlerine verdikleri hissi az çok tahmin edebiliyordum ya da kimi kandırıyorum ki hiç bilmediğim bir ortam ve tamamen yabancı olduğum bir histi bu.
Jihoon hâlâ karşımda otururken gitmesi için yalvaracak haldeydim. Şu an burada olmasının hiçbir mantığı yoktu - özellikle dizleri dizlerime değerken- Arkadaşları iki masa ileride gözlerini bulunduğumuz masaya dikmiş bir şekilde merakla bizi izliyorlar ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Tam olarak şimdi, yapmaktan çekinmesem koşa koşa buradan kaçardım ama çekiniyordum çünkü Park Jihoon bana on metreden fazla yaklaşmıştı.
"Ne bakıyorsun bana öyle, Hyunsuk? Arkadaşlarım izliyor, bir şey yapıp gideceğim."
"Bu sefer neyine girdiniz iddiaya? Neden her seferinde kurban benim? Başka eğlence bulsanıza artık kendinize, çok sıkıcı olmuyor mu böyle?" Yüzünü ekşitip dikti gözlerini.
"İlk olarak iddiaya girdiğimizi nereden bildin? İkinci olarak seni kurban olarak seçmek güzel çünkü farklısın. Üçüncü olarak sen bize yetiyorsun, başkasına gerek yok ve son olarak küçük bir görev işte yapıp gideceğim." Derin bir nefes aldım. Neden hep beni buluyordu bunlar?
"En son çok küçük görevin beni öpmekti Jihoon ve hâlâ inanamıyorum ama sen sırıtarak bu görevini yerine getirdin." Dediğime kahkaha attığında sinirle soludum. Kafayı yemişti, cidden. Karşısına geçmiş sinir krizi geçirerek anlattığım olaya zaten suçlu değilmiş gibi gülüyordu. Delirecektim artık.
"Aslında, yeni görevimde aynen bu. Seni öpmek." Hızla yutkundum. Ne demek yeni görevi de beni öpmekti.
"Bunu asla yapamazsın, saçmalama. Git artık arkadaşlarının yanına." Değen dizlerimizi ayırıp bacaklarını araladı. Birazcık daha yaklaşıp başını yana doğru eğip gözlerimin içine baktı. Gülümsemesi hâlâ yüzündeyken yüzümüz arasında birkaç santimetre kala durdu.
"Öpemez miyim?" Cevap verebilir miydim ki? Hayır.
"Benden nefret ettiğini bilmesem, beni öpmek için bahane aradığını düşünürdüm Jihoon." Gülümsemesi iyice genişlerken dudaklarıma kapanıp bir süre kaldı orada. Geri çekilip dudaklarını ıslattı.
"Kim bilir? Öyle yapıyorumdur belki."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ruhuma işlemiş satırların, seni yazmadan duramıyorum
Fiksi PenggemarGözlerine baktığımda içimde oluşan dalga vuruyor ciğerlerime, nefes dahi alamıyorum inan bana. Boğazımdan ateş yükseliyor, tenine dokunduğumda. Ölüyorum, yemin ederim ölüyorum.