Otel havatım yaklaşık bir hafta kadar, aynı halka üzerinde tur atmıştı. Öğleden sonra artık kronikleşmiş bir baş ağrısıyla kalkıyor kafamı ıvır zıvırla meşgul ederek kaçınılmaz olandan kaçmaya çalışıyordum ama o öyle yada böyle beni yakalıyordu ve ben de yapabileceğim tek şeyi yaparak kendimi gözyaşlarının saç baş çekiştirmelerin ve çığlıkların kollarına bırakıyordum. Daha fazla uyku, daha az hareket, hiç yemek, ve hiç duş..
Ve bir karar almıştım.. Oysa ben özgürlüğüm için evden ayrılmıştım. Şimdiyse kafesten çıkmış ama incecik bacaklarına kocaman prangalar asılmış bir kuş gibiydim.
Böyle olduktan sonra, kalbinin vücuduna kan pompalaması dışında ölüden farksız yaşadıktan sonra, kafesin dışında olmak koca bir hiçti. O prangalar boyumdan bile büyüktü ve ben özgürlüğümden daha küçüktüm.
Bileğimdeki izlere kaçamak bir bakış attım. Bunu Tennesse deyken de yapmıştım. Gülümsedim. O zamanlar okulda "Ucube", "Dinsiz", "Ahlaksız" damgası yemiştim. Yaptığım tek şey resim çizmekti. Tasarımcı olduğumu hayal ediyordum ve köşe bucak kaçıp erkekler veya kadınlar için kostümler çiziyordum. Sorun şuydu ki ailem yobaz bir grup katolikti. Gönderildiğim okul da din eğitimi veren, ailemden bile fazla disiplin ve katı kurallar içeren bir kilise-okuluydu. Yaptıklarım yüzünden okuldan atılmıştım. O zamanki vazgeçişimin sebebi zorbalık görmem ötekileştirilmem ve yalnız kalmamdı. Ben hala yalnızdım. Ben hep yalnızdım.
Belki bencildim ama ben kendim olmayı kenarı koyup başkasının bana direttiği hayatı yaşamayı reddediyordum.
Okuldan atıldığım için üzgün veya yaptıklarım için pişman değildim. Ben diğerlerinin yaptığı gibi düşünmeden sorgulamadan bize ne öğretildiyse kabul edip baş eğmemiştim. Düşünmüştüm.
Sonuçta hepimiz insandık ve tanrı hepimize yeterince akıl vermişti. Onların doğru olduğunu kabul ettiklerini ben kendi aklımla sorgulayıp kendi doğrularımı yaratabilirdim. Ben istediklerini yaptırabilecekleri plastik bir Ken bebeği değildim. Ben sadece bir et parçası değildim. Benim kendi aklım kendi fikirlerim kendi hayatım vardı. Hayatımın iplerini başkasının ellerine verme fikri bile korkunçtu.
Okuldan atıldığım gün utanmadan mutlu bile olmuştum. Kendim olabilmenin tadını çıkarmış, aklımca beni bir robot gibi kontrol edemeyeceklerini onlara ispatlamış ve içten içe kendimi kutlamıştım.
Aynı düşünce yapısı beni evi terk etmeye sevk etmişti. Hayır onlar beni kovduklarını sanıyorlardı ama onlar yapmasaydı ben kendim ayrılacaktım. Onlar beni kovamazdı. Onlar beni yönetemezdi.
Ve şimdi aynı düşünce yapısı, beni kendi hayatımdan vazgeçmeye sevk ediyordu. Ben ömrüm boyunca bunun için savaşmışken bundan sonrasını Raymond denen o pisliğin emri altında yaşayamazdım. Bu her bir hücreme kadar bana aykırıydı ve bunu yaptığım için pişmanlık duymayacaktım. Tupac düşündüğü ve Jackson özgürlüğü için ölmüştü. Ben sadece bunu da başkasının ellerine bırakmak istemiyordum. En azından hayatımın son sahnesi kendi ellerimde olsun diyordum.
Pencerenin önünden kalktım. Sol taraftaki küçük buz dolabına gittim. Yan yana istiflenmiş beş su şişesinden birini kararlılıkla ordan aldım. Duşa doğru yöneldim. Şişeyi kapının kirişine çarparak kırdım. Şişedeki su büyük bir gürültü eşliğinde yere saçıldı. Kırıkların üzerinden yürüyüp suyu açtım. Kıyafetlerimden aheste aheste kurtulup suya girdim.
Tenim buz gibi suya değer değmez omurgamdan yukarı bir ürperti tırmandı. Ama artık hissizleşmiştim. Her duyguyu yaşanabilecek en kuvvetli haliyle yaşadığım için ufak tefek şeyler diğerlerinin yanında hiç kaldığından bir etki yaratmıyordu.
Uzanıp, kırdığım şişeyi yerden aldım. Suyun bir kısmı ayaklarımdaki cam kırıklarından dolayı pembeleşmeye başlamıştı. Küvetin neredeyse tamamı dolmuştu. Dünyadaki zamanım gibi. Şişeyi sıkıca kavradım. Daha dramatik açıdan bakılınca bu bir kendini.tanrıya.teslim.ediş ya da ebedi yolculuğa çıkış gibi bir şeydi. Ve her açıdan özel olması falan gerekiyordu.
Ama değildi. Orada öylece oturmuş pervasızca kendimi öldürüyordum. Bu dramatik bir şey değildi ve ben zerre kadar heyecan veya korku yada bu özel bir şeymiş gibi hissetmiyordum.
Ölmekten korkmuyordum. Hatta beni çiğneyip çiğneyip sonra bir pislik gibi geri tükürmüş bu boktan dünyadan kurtulacağım ve bi başka dünyada -sonunda- özgürlüğüme kavuşacağım için mutlu bile sayılırdım.
Derin bir nefes aldım ve şişeyi suyun altına daldırım. Sivri bir ucu diğer bileğime dayadım. İçe doğru iyice batırdım ve aşağı bastırarak bileğimi boydan boya yardım.
Beyinde, gelen tat ve kokuların değerlendirildiği yerin aynı olduğu gibi gelen acı ve zevk hissi de aynı yerde değerlendiriliyordu.
Acıdan adeta kıvranıyordum ve bu beni orgazmın kıyılarından aşağı doğru sallandırıp geri çekiyordu. Ağzımdan çıkan kısa bir kahkahaya engel olamadım.
Sonra şişeyi kesik olan elime aldım. Ve aynı şeyi diğer bileğime de yaptım. İkinci bir acı dalgasıyla uyumuş bedenim bir inleme eşliğinde suya biraz daha gömüldü. Kafam geriye düştü.
Bunu bir kere daha yaptım. Bir kere daha ve bir kere daha..
Gözlerimi hafifçe aralayıp artık kanımla tamamen kırmızı giysilerine bürünmüş küvetteki suya kaçamak bir bakış attım. Bileklerimden kaynak bulan oluk oluk kanla üstüm başım kan revan içinde kalmıştı. Böylesi neredeyse daha mutlu hissettiriyordu..
İsterik kahkahalarım banyonun duvarlarında yankılanıyordu. İronik bir şekilde, hemen ardından yanaklarım gözlerimden akan iki damla sıcak sıvıyla ıslandı. Kalbim adeta kulaklarımda atıyordu avuç içlerim karıncalanıyordu. Nabzımın sesini bastırmak için keyifli bir şarkı mırıldanmaya başladım.
Tatlı bir uyuşukluğun perde gibi örtüldüğü bedenim kendini bırakıp suya iyice gömülürken, görüşüm yavaş yavaş bulanıklaşmaya başladı, ve karardı.