kanlı avuçların solmuş çiçekleri.

448 98 143
                                    

-Yazar anlatımı-

İki yıl. Dile kolay, yüreğe zor. İki yıl olmuştu. Firûze ile Sâlih'in tedavi olmak için ilk adımı atmalarının üzerinden iki sene geçmişti. Firûze tedavisi için yurtdışına gitmiş, Sâlih ise kaldığı yerden devam etmişti hayatına- buna mecburdu. Hayatın açma-kapama tuşu yoktu neticesinde. Her şey neredeyse aynı denilebilirdi Sâlih için, tek bir farkla. Artık işitme cihazı kullanıyordu ve onun hayatına bu cihaz eşlik ediyordu.

Dünyanın karmaşası kulaklarındaydı. Kayalara vuran dalga sesleri, sokak çalgıcılarının melodileri, küçük çocukların kıkırdaması... Lâkin bir ses eksikti aciz kulaklarında. İşitmeyi her şeyden çok arzuladığı Firûze'nin sesi eksikti işte. Yanında değildi belki ama aklına kazıdığı güzel çehresi hiç silinmiyordu, hep oradaydı. Sayısız mektup biriktirmişti, birbirlerine sayısız satır yollamışlardı, gönüllerine hasret kokulu karanfillet ekmişlerdi. Özlemleri göğüs kafeslerinden taşmış- ağrı dağını aşmıştı sânki.

"... Doğarken ağladı insan, bu son olsun, bu son."

Yine ve yeniden aynı şarkı çalıyordu radyoda, Sâlih'in kalbini özlem darmaduman ediyordu. Firûze'si burnunda tütüyordu, her vâkit kalemi eline alıyor Firûze'ye yazıyordu. Kurşun kalemin ucu kütleşmişti fakat Firûze üç aydır mektuplara geri dönüş yapmıyordu. Dönüş gelmese de yazacaktı. Tükensede kurşun kalemin karası, tükenmiyordu Sâlih'in sevgisi. Firûze'nin yokluğu kalbine şiirler ekmişti. Her sabah aynı umutla açıyordu mavi dünyaya gözlerini, sabırla kavuşacakları günü bekliyordu göğüs kafesi.

Tam o vâkit çaldı komodinin üzerindeki ahizeli telefon. İrkildi oturduğu yerde, bir anda düşüncelerinden sıyrılıp saydamlaştı. Çalıştığı iş yerinden aradıklarını düşündü ilk başta, zira pek sık sesi çıkmazdı telefonun. Zil sesi bir kez daha doldurduğunda odayı, ayaklandı. Telefonu açtı ve daha fazla bekletmeden cevap verdi karşıdaki kişiye.

"Alo?" Sessizlik. Titreyen bir soluk. Yeniden sessizlik. Sâlih yeniden konuştu kadife/tok bir sesle. "Alo?"

"S-Sâlih! ben... ben Firûze." O an aldığı soluk yakasına yapıştı. O an- tam o an nefes alamadığını hissetti. Kafa üstü dünyaya düşmüş gibiydi. Elleri titriyor, kalbi kaburgalarını aşıp dışarı fırlamak istiyordu. Soluğu titriyordu. Bundan daha kıymetli bir an var mıydı? Yirmi yılı aşmıştı, bunun önüne başka bir an koyamazdı.

"Sâlih?" Firûze'nin sesini işitti tekrar. Kuşlar gibiydi, sabah altıda aydınlık havada süzülen kuşlar gibi. Sonsuza dek duymak istediği tek ses olabilirdi. Yutkundu, adem elması yerine geri dönmeyecek kadar telaşlıydı. Yutkundu, içindeki son güç kırıntısı ile mırıldandı. "Firûze. Firûze'm."

"Sâlih." Sesine yılların özlemi sinmişti, beli büküktü. Sesine gözyaşları karışmıştı Firûze'nin. Sevinçtendi bu. Yıllarca hayal ettikleri şey gerçek olmuştu sonunda. Aşmışlardı engelleri. Sessizliği aşmışlardı. sağır edici sessizlik bir toz bulutu misali havaya karışmıştı. Birbirlerinin seslerini tanıyorlardı. Kalın ve kadifemsi bir sesti Sâlih'inki. Konuşurken tok çıkıyordu, ne konuşsa dinlenecek türdendi. Firûze zira kendi gibi bir sese sahipti. Ürkek, kırılgan, zarif. Firûze bir şiirdi. Çoğu insanın yaşarken farkına bile varamadığı şeyler, bazıları için ne büyük nimetti. Konuşmak, işitmek, el ve ayakları kullanabilmek, dokunabilmek bir mucize, bir tanrı armağanıydı.

"Ben vapurun önündeyim Sâlih, seni bekliyorum." diye mırıldandı Firûze. Soluğuna heyecan karışmıştı. Sâlih'in eli ayağına dolandı birden, ne diyeceğini şaşırdı. Yıllar üzerine devrilmişti. "Geliyorum Firûze'm." dedi telaşla. Alel-acele ceketini üzerine geçirip sokağa fırladı. Heyecanı adımlarına yansımıştı. Ne kadar erken, o kadar iyiydi onun için. Sesinden şarkılar dinleyecekti Firûze'nin. Firûze, gül yüzlüydü. Ne söylese çiçeklere dönerdi.

Serserilerin Firûze'yi sıkıştırdığı sokağı arşınlıyordu şimdi, birlikte bir umut ağacı dikmişlerdi bu sokakta, bu kaldırımlarda. Güneş onları ısıtmak ister gibi sıcacıktı, kalpleri misâli. Sokağı aşıp vapurların olduğu yöne doğru ilerledi. Sâlih'in yüzünde belli belirsiz bir tebessüm, görseler deli derler. Desinler dersin o vâkit, sevmekte bir delilik değil midir?

Aşina olduğu vapuru gördü Sâlih, daha sonra vapurun önündeki tanıdık çehreyi. Kalbi kasıldı, elini kalbine götürmek istedi anlık bir dürtüyle. Bir adım attı ve bir adım daha. Ardından bir daha. Gözlerini ayıramıyordu Firûze'den. Özlem şimdi hepsinden fazla geliyordu. Firûze kafasını çevirip şiir çehreli adamı fark edince gülümsedi, gülüşü yavaş yavaş yüzüne yayıldı. İkisi için bir anlığına dünya dönmeyi bırakmıştı sânki. Bakışları aralarında bir köprü oluşturuyordu, o köprüde yürekleri birbirine kavuşmak adına yürüyordu. Eğer bu bir film olsaydı, muhakkak en güzel sahne şu an oynuyor olurdu. Fakat bu bir film değildi ve gerçekler mutlu bitmezdi.

Bir araba geçti, hızlıydı, saniyelikti ve köprüyü yıkmaya yetecek güçteydi. Sâlih'in haykırışı gökyüzüne karıştı, gök çatlayacaktı sânki. Firûze ne olduğunu kavrayamadı. Silikti her şey, herkes. Kaskatı kesilmişti, bir anda dünyası yerle bir edilmişti. Sâlih'in yerde boylu boyunca uzanan bedenine takılı kaldı bakışları. Başının altından kan sızıyordu katran karası yola. Bir rüyadan kalkarmışçasına ürperdi tüm bedeni.

Girdiği şoktan sıyrılıp Sâlih'e koştu, Firûze. Kafasını kucağına aldı. Avuç içleri kan olmuştu. Parmak uçları titriyordu. Firûze'nin kalbi kan dolmuştu. İnsanlara dönüp bağırıyor, yardım etmeleri için yalvarıyordu. İnsanlar şaşkındı, bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Bu nasıl yangın, bir tek ben yandım diyemiyordu Firûze kimselere. Gözyaşları Sâlih'in yüzüne damlıyordu.

Bakışları baygındı Salih'in, şiir çehresi bembeyaz kesilmişti. Bir anda nasıl bu duruma gelmişlerdi anlam veremiyordu. Çok üşüyordu. Kalbi cayır cayır alev içinde kavruluyordu ama o ateş bu titremeyi geçirmeye yeter miydi? Bedeni buz tutmuştu sanki. Kafasında hiç durmayan bir çınlama hâli, gel-gitli görüntüler. Tanıdık çehreden damlayan gözyaşları. Ölüm habersiz mi gelirdi, bu kadar basit miydi? Hep... böyle mi olurdu? En mutlu anında bileğinden kavrayıp geriye mi çekerdi seni?

Nefesleri kesik kesikti artık. Firûze'nin "lütfen ölme," diye fısıldadığını duydu, sesi boşluğa karıştı. Firûze de biliyordu, artık geri dönüş yoktu. Hissetmişti. Aklındaki şarkı sözleri diline döküldü birden. Sessizce söylemeye başladı Sâlih'in yazdığı şarkıyı. Sessiz satırları dillendiriyordu şimdi. Hıçkıra hıçkıra söyledi, iç çeke çeke. Sâlih dünyanın en huzurlu insanı gibi hissediyordu kendini. "Firûze," dedi güçlükle. Dudaklarının arasından kan sızıyordu. Son nefesi uçup gidiyordu. "Senin sesinden ölüm bile güzel."

"gelir yâr aniden,
bilemediğin yerden.
doğupta ağlayan-
yüzü gül allığına bürünmüş sahiden." -şarkı sözleri-

*

Son.

Buraya hikâye hakkındaki düşüncelerinizi yazın.

Not: Sondaki dizeleri arkadaşım Mim yazdığı için değiştirmek istemedim, isterseniz siz yeni dizeler yazabilirsiniz. Hissettiklerinizi özetleyen, hikâyeyi özetleyen.

Okuduğunuz için minnettarım. İyi ki varsınız, iyi ki buradasınız.

2211-

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Nov 22, 2020 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

beş çeyrek vapuru | kısa hikâyeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin