‘’Yeter gerçekten Fırat, yeter. Eğer bir kâse daha içmeye kalkarsam içeride ne var ne yoksa çıkaracağım.’’ Yüzümü ekşitmiş, yalvarıyordum adeta. Sonunda dayanamayıp ikna oldu ve üçüncü kez önüme koyduğu çorba kâsesiyle beraber tepsiyi kaldırdı dizlerimden. Ciddiydim. Eğer bir kâseyi daha zorlarsa kusacaktım. Bu Fırat’ın önünde yapmak istediğim en son şey bile değildi. Ama yine de haklı çıkmıştı ve sıcak çorba tüm iliklerime işledi. Kendimi daha dinç hissediyordum. Arkama sıkıştırdığı yumuşak yastıklara gömülüp Fırat’ı izlemeye koyuldum. Tepsiyi masaya bıraktıktan sonra ilaç dolu tabağı bir eline almış, boşta kalanla ise bir bardak su dolduruyordu. Kim derdi ki şirkette onca insanı tek lafıyla dize getiren, korkoca işlerin altından zorlanmadan kalkan o otoriter adam gelicekte hastalanan mimarının ilaçlarını, içtiği çorbasını takip edecek. Kim derse desin, hiç kimsenin buna inanmayacağı, ihtimal bile vermeyeceğini biliyordum. Birine söylesem deli olduğumu falan düşünürdü muhtemelen ama olan buydu işte. Fırat şimdi belkide yapması gereken daha mühim işleri dururken benimle birlikte olmayı seçmişti.
Artık emindim ki onun için şirketinde çalışan sıradan bir mimar değildim, daha özeldim. Mesela onun küçük mimar hanımıydım. Ve bu düşünce inanılmaz bir şekilde hoşuma gidiyordu.
Tekrar gelip yatağımın kenarına oturduğunda bir elinde ilaçları diğerinde bir bardak dolusu su vardı. Onu izlerken ve kafamdan tonlarca şey geçerken mayışmıştım. Yarı kapalı gözlerle usulca ilacımı ve uzattığı suyu içtim. O boş bardağı elimden alırken çoktan gözlerim ağırlaşmış ve başım yumuşak yastıklara doğru düşmüştü. Zihnim usulca kapanıp kendimi uykunun davetkâr kollarına bırakırken Fırat’ın huzurlu sesi geliyordu kulağıma. ‘’Şimdi biraz uyu, küçüğüm’’
Bir nehir kenarında, yemyeşil çimenlerin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordum. Etraf, cennetin özeti misali kusursuzdu. Ses yoktu, dokunabileceğim hiçbir şey yoktu, hatta üzerinde oturduğum çimenler bile uzaktı bana. Elimi uzatsam da tutamıyordum. Sadece seyrediyordum bu güzelliği. Ucu, sonu gelmiyordu, sonsuzdu sanki. Tükenmeyen, tüketilemeyecek bir harikalar diyarı gibi… Sonra birden kendimi bir uçurumun kenarında buluyordum. Aşağısı uçsuz bucaksız, dibi görünmeyen bir kuyuydu. İçine çekiyordu insanı. Görmüştüm o ürkütücü derinliği… Kokusunu almıştım sanki. Korkumun sesi duyuluyordu bir yerlerden, bir beden olmuştu sanki korkularım karşımda dikiliyordu. Uzatsam elimi tutup çekecekti beni uçuruma. Uçurumdan düşmek değildi korktuğum, başka şeyler vardı ama zihnimi toparlayamıyordum. Beynim geri gitmemi söylüyordu ama bacaklarım sözünü dinlemediler. Koşmaya başladım, uçurumun dibindeydim ama koşmama rağmen boşluğa ulaşamadım. Bacaklarım ağrıyana kadar koştuktan sonra bıraktım kendimi derinliğe. Sonumun geldiğini düşünerek, inanarak, kabullenerek…
Ama sonra belimi saran kalın kolları, sırtımda gezinen narin parmakları hissettim. Ölmüş müydüm?
‘’Havin, uyan hadi, kâbus görüyorsun!’’ duyduğum ses, ciğerlerimi dolduran koku yabancı değildi. Beni sarmalayan kollarda öyle. Ve hissettiğim güven, huzur karışımı inanılmaz duygu karmaşası… Zorlayarak gözümü araladığımda bana endişeyle bakıyordu. Birazda merak. Büyük ellerini sırtımdan çekip saçlarımı toparladı kibarca. Yüzümdeki ufak ter damlacıklarını sildirdi. Söylediği doğruydu. Kâbus görmüştüm. Başlarda olağanüstü güzelliklerle dolu rüyam birden alt üst olmuş ve korkutucu bir kâbusa dönüşmüştü. ‘’İyi misin?’’ diye mırıldandı telaşla.
Cevap veremedim ama kafamı yavaşça sallayabilmiştim. Hızlıca ayaklanıp bana koca bir bardak suyu doldurdu ve içerken de benimle birlikte tutmaya devam etti. Ellerim hala zangır zangır titrerken bu işi yapmak benim için pek kolay olmayacaktı yoksa. Boş bardağı masaya bırakır bırakmaz titremesi yavaşlayan ellerimi avuçlarının arasına sıkıştırdı. Başparmakları ellerimi yavaş yavaş okşarken korkumu yeni yeni atıyordum üzerimden. Derin bir nefes çekip kafamı kaldırdığımda Fırat’la göz göze geldik. Beklentiyle bakıyordu ama bir şeyler sormaya da çekindiği belliydi. Yüz ifadesi birden komiğime gittiğinden gülmeye başladım. belkide sinirlerim bozulmuştu, belki sadece gülmek istemiştim de o an Fırat’ın surat ifadesini bahane etmiştim. Neden ya da niiçin olduğunu umrumda değildi. Sadece içimden geldiği gibi rahatça gülmeye devam ettim. Kahkahalarım Fırat’a da bulaşmıştı, benim kadar yüksek sesle olmasada oda gülüyordu şimdi.
İçinde bulunduğumuz durumun garipliği doldurdu birden zihnimi. Fırat hayatıma yalnızca geçici bir dönem patronum olacak adam sıfatıyla girmişti. İlk karşılaştığımız gün büyük bir yanlış anlaşılmanın içine düşmüştüm ve Fırat acemiliğimden faydalanıp benimle bir güzel oynamıştı. O gün ki yüz ifadesi de şimdi ki gibiydi. Anlaşılan şapşallığım hoşuna gitmişti ve beyefendiyi daha ilk günden eğlendirebilmiştim. Sonra –sırf benim sinir etmek için olduğuna eminim ki- önüme bir yığın dosya koyup hemen çalışmaya başlamamı söylemişti. Benimle uğraşmayı ilk günden beri seviyordu ve daha kötüsü beni kendine alıştırmıştı. Birkaç ay gibi kısa bir sürede henüz aramızdaki şeyin adını koyamasam da benim için az sayıdakı özel insanlar bölümüne yüksek bir başarıyla ve özgüvenle giriş yapmıştı. Fırat Baldan’ın ana malzemelerinden biriydi özgüven. Diğer ikisi ise kontrol ve disiplindi. Evime geldiğinden beridir pek disiplinli bir Fırat göremesem de hala elinden kaybetmediği bir kontrolü ve özgüveni sapasağlam duruyordu.
İkimizde güçlükle kahkahalarımızı bastırabildiğimiz de ‘’Neden gülüyorsun?’’ diye sordu. ‘’Sen neden gülüyorsun?’’ diye çevirdim hemen.
Genişçe sırıttı. ‘’Ben senin güldüğünü görünce gülmeye başladım.’’
‘’Bende senin suratını görünce.’’ Söylediğimden sonra elinin biri yüzüne gitti hemen. ‘’Yüzümde bir şey mi var yoksa?’’ diye sordu endişelenmiş gibi. Fırat Baldan’ın dördüncü ana maddeside buydu işte. Asla kaybetmek istemediği karizması.
‘’Kâbus mu görüyordun?’’ diye sordu bu sefer, önceki sorusuna sadece gülümsemiştim ve oda pek fazla üstünde durmadı. Başımı hafifçe sallayıp ‘’Ne olduğu hakkında pek fikrim yok, karmaşıktı ama beni korkuttu’’ diye mırıldandım. Gerçekten de rüyamın görüntüleri silinmişti sanki hatırlamaya çalışsam da başaramadım.
‘’Kâbus gördükten sonra gülen tek insansın herhalde.’’
‘’Kendimi kötü hissetmiyorum ki.’’ dedim omuzlarımı silkip. Tatlı tatlı güldü. ‘’Tabii, benim kollarım arasında sakinleşen hiçbir kadın kendini kötü hissedemez.’’
Aaahaaa… İşte beşinci ana maddeyi de bulmuştum. Sarsılmaz egosu.
Cevap vermek yerine gözlerimi devirdim ve oda bu halime gülüp çekici bir göz kırpma hareketinden sonra ayaklandı. Masanın üzerinde ki tepsiyi alıp ‘’Ben bunu aşağıya götürüyorum ve sana meyve getiriyorum. Onları da yedin mi hiçbir şeyin kalmaz.’’ Dedi. Tam kapıdan çıkacakken ‘’Fırat’’ diye seslendim, merakıma yenik düşerek. Bana taraf dönüp hiçbir şey söylemeden dinlemeye devam etti. ‘’Neden yardım ediyorsun bana?’’
Sorumla bir süre sessiz kalsa da kafasını kaldırıp yüzüme baktığında muzipçe sırıtıyordu. ‘’İyileşmelisin ki yarın işinin başında olasın. Sana verdiğim maaşların boş yere gitmesini istemem, para kolay kazanılmıyor.’’ Ve yine göz kırpıp çıktı odadan. Peşinden biraz bozulmuş, biraz da kızmıştım. Onun görmeyeceğini bile bile defalarca gözlerimi devirdim kendi kendime. Parası boşa gitsin istemiyormuşmuş. Sanki bende onu merak ediyordum.
Dakikalar geçtikten sonra nihayet odanın kapısı açıldığında elinde meyve tabağıyla Fırat yerine yardımcı kadın odaya girince şaşkınca ona baktım. ‘’Fırat nerede?’’ diye sordum hemen. Kadın daha ağzını açmaya fırsat bulamadan odaya Burak ve peşi sıra getirdiği dört beş kişi daldılar ve birden kokuyla sıçradım.
‘’Fırat yok ama biz buradayız güzelim.’’ diye sırıtarak konuşan Burak ve peşindekilere baktığımda hepsini tek tek çıkarmaya başlamıştım. Lise yıllarımda ki Burakla beraber aynı sınıfta okuduğum çocuklar. İsimlerini tek tek hatırlayamasam da görüntüleri hafızamdaydı. Ama bütün bunlardan daha önemli bir soru vardı kafamda, Fırat neden bırakıp gitmişti?