Yonville'de Bir Cenaze

70 12 22
                                    

Yonville Kasabası, Fransa~

"Bir sabah uyandığımda yerde cansız halde yatıyordu! Narin elleri iki yanına düşmüş, parmaklarının arasındaki arsenik dudaklarına da bulaşmıştı! "

Haykırdı zavallı adam elindeki beyaz mendille saatlerdir bir an olsun kurumamış olan gözyaşlarını silerken. Hüzunle kamburlaşmış beli ve aralarına birkaç tel ak düşmüş saçları bir yana, şişmiş göz altları ve kızarık yüzüyle ona bakan herkesin içinde bir yerlerde gizlenmiş olan acıma duygusunu olabildiğince kabartıyordu. Sabahın o denli erken bir saatinde görülmeye değer bir tiyatro sahnesini izlermiş gibi evlerinden apar topar geldiklerini bir kenara koyarsanız bu acıma duygusunu gerçek sanabilirdiniz bile.

Öte yandan, kilisenin bakımsız kalmış çorak bahçesinde ortadaki üzerindeki siyah boyası soyulmuş tabutun etrafına toplanmış olan diğer hiç kimsenin aslında pek de oralı olmadıkları bu hikayeyi gerçekten dinleyip duruma olan bakış açılarında ise hiçbir şeyi değiştirmediklerini bir an sorgulamak aklına gelmiyordu. Güzeller güzeli Madam Bovary hayatına kendi elleriyle son verdiyse, bu ancak onun gibi bir ahlaksızdan beklenecek bir hareket olurdu.

Tutku, şehvet, dur durak bilmeyen istekler ve doyumsuzluğuyla Yonville halkının senelerdir diline düşen genç kadının bedeni toprağa verilmeden önce yayılan haberler ve çoğu abartı ya da asılsız olan dedikodular sayesinde o sabahın erken saatinde kilise bahçesinde toplanan kimse olayın duygusal yanını merak ediyor da değildi. Zira onlara göre Charles Bovary kendini defaatle aldatmış olan karısının ardından içi çıkana kadar yas tutacak evrendeki tek aptaldı.

Hisler...

Onlar kimsenin çoğu zaman umrunda mıydı ki?

1857 senesinin sonbaharında üzerlerindeki ince, üzeri dantellerle işlenmiş uzun elbiseleriyle, kimisi henüz gecelikleriyleydi, kilisenin dışından dudakları aralı halde saçlarına aklar düşmüş bu adamın eşine olan bayağı sadakatini izleyen hanımefendiler bile aslında eşlerinden görmek istedikleri bu sadakatten alayla söz ediyorken... Hislerden söz etmek yersizdi.

Her sahnenin birbirinden ayrı yüzleri vardı elbet.

Bir köşede kara kaplı tabutun başında dizlerini döve döve yas tutan Charles Bovary, diğer yanda ise bahçenin köşesinde iri gövdesiyle çoğu zaman kilisedeki çocukların saklanbaç durağı olan çınarın ardında ellerinin arasında sıkı sıkıya başını tutmakta olan minik Berthe vardı bu sefer. Hayır, her zamanki gibi saklanbaç oynamak için durmuyordu orada.

Babasının haykırdığı kelimeleri defaatle duymak, kafasının içi ağırlaşmış da daha fazlasını kaldıramazmış gibi hissetmesine sebep oluyordu. Ufak yaşının getirdiği masumiyetini giderken ellerinden çekip alan annesine karşı ne hissetmesi gerektiğini henüz bilemiyorken bir başkasının, babasının, bu içten yakınma eylemini nasıl algılamasının daha doğru olacağını da kestiremiyordu. Tek bildiği canının yandığıydı. Fiziken ve ruhen...

Oysa henüz beş yaşında bir çocuk olan Berthe daha ruhun ne olduğunu da bilmiyordu. Ta ki, onun da acıyabileceğini, acıdığında ise var olduğunu kabullenmek zorunda oluşunu fark edene kadar. Yeni hislerdi... Çok yeni.

Sarı saçlarının dalga dalga döküldüğü omuzları çökmüş, bilinmezliğin kendini siyah bir karadelik gibi içine çekmesini durduramıyordu. Kapkaranlıktı. Karanlıktan korkan küçük kızın kaldırabileceğinden çok daha karanlık ve soğuk... Hislerinin ara sıra kendini şiddetli sancılarla yoklayıp tekrar gidiyor olması dengesizliği gözlerinden düşen damlaların her birini daha anlamlı kılıyordu o sabah.

Bu kez yere düşünce kanayan dizleri ve avuç içleri için ağlamıyordu nihayetinde.

Daha önemli, daha zordu her şey.

The Lost Mugunghwa Of Yonville L'abbaye|| JaeYongHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin