1

143 6 0
                                    

Yastığımın altındaki telefonumun titreşimi ile aniden uyanıyorum. Önce rüya zannedip umursamıyorum. Saat dört ya var, ya yok. İkinci ya da üçüncü titreşimle kendime geliyorum ve gözlerim kapalı kavrıyorum telefonumu. Saçlarım gözlerimi kapatıyor, kafamı sağa sola sallayıp onları itiyorum.

Gözlerimi biraz aralıyorum; bu sırada etrafa bir göz atıyorum. Bulutlu bir gece, evimin dibindeki sokak lambasının sarı ışığı pencereme yansıyor, oradan da yatağımın solunda kalan duvara.
Telefonuma geri dönüyorum sonra. Bilmediğim bir numara, açmak istemiyorum başta. Ama bu saatte arayan kişinin şaka amaçlı arayacağını sanmıyorum. Ürkerek yeşil tuşa basıyorum ve onaylıyorum aramayı. Telaşlı bir ses, tanıdık geliyor ancak hâlâ uyku sersemi olduğum için çıkaramıyorum sesin kime ait olduğunu.

"İntihar etmeye çalıştı. Hastanedeyiz, durumu ağır." diyor. Basit bir şaka olabileceğini düşünüp telefonu kapatıp uykuma geri dönmek istiyorum ama telefonun diğer ucundaki kişi çok korkmuş belli ki, sesinden anlaşılıyor kolayca.

Dudaklarım benden habersiz kıpırdıyorlar: "Geliyorum." diyorum. Arama karşıdaki kişi tarafından sonlandırılıyor.

Üzerimdeki sıcacık battaniyeyi tekmeleyip yataktan atıyorum. Alelacele pijamalarımı çıkarıp elimden geldiğince hızlı şekilde bir pantolon bir tişört geçiriyorum üzerime.

Masadan motorumun anahtarıyla yatağımın üzerindeki telefonumu cebime koyuyorum. Deri ceketimi askıdan alıp atıyorum sırtıma.

Yüzümü yıkamak o anda aklımda olan son şey bile olabilirdi belki de.

Çelik ev kapısını sertçe kapatıp çıkan sesle ürksem de önümdeki birkaç basamağı hızlıca inerken düşünüyorum. Kim bu intihara kalkışan, kim bu beni arayan?

Siyah motoruma biniyorum ve anahtarı yuvaya sokup çeviriyorum. Şehrimdeki tek hastaneye yol alıyorum.

Yüzüme soğuk rüzgar vurdukça anlıyorum kimin intihar ettiğini. Beni arayanı da tanıyorum.
Yolculuğum normalden kısa oluyor, yollar bomboş çünkü. Keşke o nefret ettiğim trafik olsa diye geçiriyorum içimden çünkü ne kadar uzun sürerse o kadar geç görürüm onu o halde, o kadar kolay hazırlarım kendimi ona, ne de olsa ne zamandır görmüyorum onu.

Gerçekten... Ne zaman gördüm onu en son? Beş ay? On ay belki de. Ne çabucak geçmiş günler, haftalar, aylar, onsuz. Kahverengi saçları aklıma düşünce ürperiyorum bir anda. Son kez gözlerinin içine bakışım geliyor aklıma. Son kez dudaklarının tadına bakışım, son kez kucağında uyuyuşum.
Elbette ikimiz de bu hoş eylemlerin son defa olacağını bilmiyorduk o zamanlar. Kim bilir neler düşünüyoruz ergen halimizle.
Ben olgun insanımdır. Kendimi hayal alemine sokmam kolay kolay. Ama onunlayken şimdi yapmayacağım bir sürü şey yaptım.

"Geçmiş geçmişte kaldı." diyoruz ama gelecek de bir gün geçmişte kalacak. Belki de arda kalan, yalnızca gelip geçen şeylerin ruhumuza bıraktığı ve kişiliğimizi oluşturan kalıntılardı. Ama ben asla alışamamıştım onsuzluğa, o günden sonra üzerimde yüklenen ağırlığı asla atamamış, bu koca dağı asla aşamamıştım.

Ayrılışımız da pek kolay olmamıştı neticede. Onun kokusu yastığıma sindiği için yastığı yıkamayı aylarca ertelemiştim. Gururuma yediremiyordum ama o yastık kılıfını çamaşır makinesine atacak cesaret de yoktu bende. Daima sol yanımdaydı, fiziksel olarak hissedemiyordum belki de ama o da yeterdi bana.

Gözlerimi motora bindiğimden beri kırpmadığım için sulanıyorlar. Birkaç defa kırpıştırıp, sağ elimi motorun direksiyonundan çekerek gözlerimi ovuşturuyorum.

Hastane tabelasını görüyorum, motorumu giriş kapısının önünde duran ambulansların arkasına bırakıp resmen koşuyorum lobiye. Soluk soluğa kaldığım için derin nefesler almaya çalışıyorum. O an astımım olduğunu bile unutuyorum. Acil bölümüne gelen insanlar gözlerini bana çeviriyorlar.
Umurumda değil.

Sandalyede oturan hemşireye yaklaşıp sevdiğimin ismini söylüyorum. Üç haneli bir oda numarası söyleyip beni yukarıya gönderiyor. Kafamı sallayıp merdivenlere yöneliyor, basamakları üçer beşer çıkıyorum.

Kadının söylediği numaralı odayı arıyorum. Ve bir ses duyuyorum: telefondaki tanıdık ses adımı söylüyor. Arkamı dönüyorum.

Şimdiki ortağı, Nakajima Atsushi karşımda duruyor.

Yanına yaklaşıyorum. Nerede olduğunu, ne olduğunu ve ne zaman olduğunu soruyorum. O ise bu üç sorumu daha sonra cevaplayacağını söyleyip beni hastanenin üçlü koltuklarından birine oturtuyor. Elime bir kağıt veriyor ve okumamı söylüyor. Ardından kantine ineceğini belirtip ayağa kalkıyor.

Anlamamış olsam da kağıdı açıyorum. Gözlerim yanıyor, ellerim titriyor, halbuki daha ilk kelimeyi okumuştum.

Sevdiğim adamın el yazısını görüp de nasıl duygulanmazdım?

İntihar mektubu olduğu bariz belli. Hızlıca okuyorum. O ve onun aptal blöfleri, değil mi?

"Elveda, Nakahara." Adımı yazıp mektubu bitirmiş. Ancak kağıdın en altında altı cümle daha var. Bunu Nakajima yazmış. "Kantine gittiğimi söyleyerek seni kandırdım. Osamu-san'ı istediğin zaman görebilirsin. Umarım uyanır. Onunla ortaklığımı bitirdim. Sürekli Nakajima yerine Nakahara diyordu. Bundan bıkmıştım."

Adlarımız benziyordu. Osamu'nun adımı unutmaması bile bir mucizeydi benim için. Ayrılmak isteyen oydu, bana dair her şeyi sileceğine söz vermişti. Belli ki o da beni seviyordu hâlâ.

Gözyaşlarımı silip, kağıdı cebime koyuyorum. Osamu'nun odasının kapısı açık duruyor. Önce derin nefes alıyorum, içime doğan cesaret ve özlemle hızlıca içeriye giriyorum.

İçeride doktor yok, sadece o.

Kapıyı kapatıyor ve yatağının yanındaki koltuğa oturuyorum.

Klasik Osamu Dazai. İki yılın ardından hâlâ aynı. Saçları dağınık, boynundaki morluklar duruyor. Acaba bu sefer hangi intihar yöntemini denemişti.

"Acıdan ve acı çekmekten hoşlanmıyorum." derdi. "Bana güzel bir kadın ve acısız bir ölüm şekli gerek."

"Niye kadın?" derdim sürekli. "Bir erkekle çıkıyorsun ama kadınla ölmek istiyorsun."

Cevabını hiç vermemişti.

Yüzünde bir oksijen maskesi, iki kolunda serum. Berbat halde görünüyor. Onu böyle yaralı ve can çekişirken görmek başımı döndürüyor ve midemi bulandırıyor.

Elimi, onun elinin üzerine koymak için hazırlanıyorum. Ama duraksıyorum. Yüzük parmağındaki gümüş alyansı görünce elimi anında indiriyorum.

Evlenmiş miydi? İntihar manyağı Osamu evlenmiş miydi yani?

Nakajima ile evlendiğini sanmıyorum, ortalıkta onun için bekleyen de yoktu. Bu yüzüğün eşi neredeydi o zaman? Ki Osamu bu tür aksesuarlardan nefret ederdi. Şimdi taktığı yüzüğün aynısına sahip el çok şanslı olmalıydı.

Koltuğa yaslanıyorum. Telefonumu cebimden çıkarıyorum, saat beş buçuk. Biraz uyumaktan zarar gelmezdi.

Gözlerimi kapatıyorum.

Ve şu anda tek arzum olan şeyi yapmamaya direniyorum. Parmağındaki yüzüğü alıp fırlatmak istiyorum.

Kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum ve bedenimi rahat bırakıyorum. Anında dalıyorum uykuya.

---

heart of magic Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin