9

43 5 0
                                    

Sabah altıya kadar Osamu'nun hastane yatağında uyudum, sonrasında bir hemşire beni görürse çığlığı basmasın diye odadan çıkmak zorunda kaldım. Saat sekiz. Hala aç ve susuz şekilde Yokohama sokaklarında boş boş dolaşıyorum. Her şeyin bana onu anımsatması o yanı başımdayken çok güzeldi ama şimdi sadece boşluk gibi. Onunla tanışmadan önce bir hayatım yokmuş gibi. Veya hayatıma yeni bir sayfa açmak zorunda bırakılmışım gibi.

Yürüye yürüye deniz kıyısına ulaşıyorum. Pek insan yok. Martı sesleri inletiyor ortalığı.

Osamu denizden nefret ederdi. Plaja gittiğimizde ona sadece su fırlattığımda bile bana o kadar kızmıştı ki. Ben denize girmek için acele ederken beni onun çocuğuymuşum gibi kucağına oturtur, sırtıma güneş kremini bolca sürerdi. Sonra da git eğlen derdi.

Zaman ne amansız şeymiş öyle. Hayatımın manasız bir hale gelmesi için üç ay yeterliymiş. İnsan bu durumdan nasıl kurtulur ki... İnsanın içinde ödem gibi büyüyen bu umutsuzluk nasıl yenilir? Osamu'nun uyanacağına olan inancımla ondan sonraki bembeyaz hayat sayfama ne yazacağımı bilememem aynı orantıda düşüyor. Hayatımı 15 yaşımdan bu yana iki kişi gibi yürüttüm. Ne yersem aynısını ona yedirirdim. Kendime kıyafet alırsam ona da alırdım. Şimdi ne param var, ne isteğim, ne inancım, ne sevdiğim. İnsan elinde hiçbir şey olmadığında bile ayağa kalkacak gücü nereden bulur?

Kendinde cevabı çok ahmakça. İnsan alıştığı şeyi kolayca nasıl bırakır, nasıl alıştığı şeyi unutmaya alışır?

Osamu'suz hayatım çatısız eve benziyor.

Hah. Kendime gülüyorum. Ne çabuk kabullendim uyanmayacağını... Bir yanım biliyor gibi, bir yanım direniyor, bir yanımın işlevi yok sanki. Tüm gün sadece duvarla bakışmak istiyorum. Onunla beraber koştuğum bu maratonun devamını tek başıma nasıl getiririm?

Sahil kıyısında yürümeye devam ediyorum. Eylül rüzgarı soğuk esiyor, tüylerim diken diken ilerliyorum. Soğuk ısırıyor sanki, gözlerimi yakıyor.

Eve dönüyorum on ikiye beş kala. Yemek bile yemeden kendimi lavoboya atıyorum. Dolabımı açıyorum, tıraş makinesini elime alıyorum. Fişe taktıktan sonra çalıştırıyorum. Saçlarımdan bir santim ötede tutuyorum, vazgeçmek üzereyim.

Okşayacak o kişi yanımda yoksa dökülsün bu saçlar, yok olsunlar.

Birkaç dakika içinde turuncu saçlarım yerdeler.

"Chuuya, iki nefret ettiğim şeyi nasıl aynı anda yapabiliyorsun?"

"Ne? Nasıl yani?" Ona dönüyorum.

"Bari yere bir havlu serseydin. Şimdi yerden saçlarını toplamamız gerek. Bir de, saçlarını niye kesiyorsun? Uzamamışlardı bile." Osamu'nun yüz ifadesi oldukça kızgın ama ben gülümsüyorum.

"Sıcakta sıkıyor, sevgilim." diye cevap veriyorum. Sonra yerdeki saçları toplamak için eğiliyorum. "Ama ben uzun saçlarını çok seviyorum."

Osamu da benimle eğiliyor ve çenemi tutup beni öpüyor.
"Saçlarını ben ölürsem uzun tutma, olur mu? Başkasının görmesini istemem. Kes gitsin." Katıla katıla gülüyorum.

Şimdi gülemiyorum o lafına. Anlıyorum ne demek istediğini.

Aynada kendime bakarken bir anlığına, sadece bir saniyeliğine, kapının eşiğinden bana baktığını hissedip arkama dönüyorum. Orada değil. Hastanede. Ölüm döşeğinde.

Makineyi kapatıyorum ve kestiğim saçları çöpe atıyorum.
Mutfağa geçiyorum ve Osamu ile zamanında ortak yediğimiz mısır gevreğini bir kaseye dolduruyorum. O kadar açım ki saniyeler içinde bitiriyorum. Sonra oturma odasına geçiyorum, Osamu ile zamanında ortak izlediğimiz dizi başlamak üzere. Dizinin başlamasını beklerken Osamu ile zamanında oynadığımız oyunu açıyorum telefonumdan.

Sonra fark ediyorum işte. Hayatımın merkezi o yokken bile oymuş. O ölmeden önce, ölürken, öldükten sonra bile hayatım sadece ondan ibaretmiş.

heart of magic Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin