2.Bölüm "Martılar"

310 26 180
                                    

Kirli sakalları çenesine ev sahipliği yapmış, yakışıklı ve karakteristik suratına ayrı bir hava katmış adamdı Konyalı Kadir. Boyu çok da uzun olmasa da yine de uzun boylu bir adam diye tasvir edilecek adamdı vesselam. Hele o kahverengi gözlerini kısınca gür ve uzun kirpiklerinin yüzüne düşen gölgelerini anlatacak kelime yoktu onun için. Allah vergisi bir güzelliği vardı adamın. Saçları kömür rengine çalınmış, simsiyah gecenin koynundan kopup gelmiş gibiydi. 

Kendisi pek bilmezdi böyle tabirleri. Daha doğrusu unutmuştu hapse gireli de bir daha anımsamazdı. Eskiden yaşadığı mahallede, kendisinden dalyan gibi delikanlı diye bahsettiklerini hatırlardı. Şimdi ise ne dalyanlığı kalmıştı ne de delikanlılığı. Zaman o dimdik duran boyunu posunu devirmiş; omuzlarına katil sıfatının, bir cana kıymanın yükünü koymuştu. Delikanlılığı ise her sene yaşına yaş ekledikçe azalmış, geriye otuz beş yaşında ruhu yaşlanmış, hayata inancı kalmamış; hayallerinin de kanını eline bulamış bir adam kalmıştı.

Bir zamanların dalyan delikanlısı Kadir Keskin; hayatın ona attığı acımasız çelmeyle sonunu bilmediği bir yolda tek başına kalakalmıştı.  

Elindeki simitten bir ısırık daha aldı Kadir. Diğer elinin parmaklarıyla sarmaladığı cam bardağındaki çayı da simitine katık edip yudum yudum içti. Hapishanedeyken içtiği çaylara hiç benzemiyordu tadı. Yüzünü buruşturdu belli belirsiz. Ardından başını salladı sağa sola, hiçbir çayın tadının o dört duvar arasında içtiği çaylara benzemeyeceğini kendine kanıtlar gibi. Yıllardır o insanlarla aynı masada farklı türküler eşliğinde içmişti o çayları Kadir. Nasıl benzemesini beklerdi ki? Beklemekle halt etmişti!

Hapishaneden çıktıktan sonra yolları yürüye yürüye gelmişti deniz kenarına. Nereye gideceğini bilememenin belirsizliğiyle aylak aylak dolanmak istemişti. Senelerin ondan çaldıklarını aklına kazımak ister gibi de bakmıştı etrafına fakat bulamamıştı aradıklarını. Çünkü bilmediği şehirde, bilmediği insanlarda bulamayacaktı senelerini. Sonradan aklına dank etmişti. Bu şehir ona yabancı değil; o bu şehrin yabancısıydı! 

Gerçi ne aradığını da bilmiyordu ya; o da çok komik bir ironiydi. Ne kazanmışlıklarını ne de kaybetmişliklerini barındırıyordu bu şehir içinde. Fakat bu şehirden ilk kez bir şey kazandığını da fark etmiyor değildi Kadir. 

Özgürlüğü... 

Bu güzel şehrin ona verdiği ilk bahar hediyesiydi.

Geçmişinden kaçmak için İstanbul'a naklini istediğini de on üç sene sonra İstanbul gibi güzel bir şehre elindeki gerçek özgürlüğüyle, dakikalar önce ayak bastığında anlamıştı Kadir. Burası İstanbul'du. Hayallerindeki şehir, Kadir'in geçmişinden de kaçtığı yuvası olmuştu. 

Küçükken ninesinin ördüğü kocaman halı iplerinin birbirine dolandığı gibi aklında dolanan düşüncelerinden sıyrılıp parmakları arasında duran bardağı dudaklarına götürdüğünde anladı çayının bittiğini. Simiti henüz bitmemişti fakat içinden bir çay daha isteyesi nedense gelmemişti. Cam bardağı oturduğu bankın kenarına koyduktan sonra elindeki simiti de ufak parçalara böldü. Kitaplarda anlatılan o martılar atılan simitleri nasıl yiyormuş; kendisi de besleyip bir görmek istedi. 

Avucunda biriktirdiği simit parçalarını deniz kenarına yaklaşıp teker teker atmaya başladı. Attığı simitlere doğru uçan martılara belli belirsiz gülümsedi. Ve martılar simitleri yedikçe Kadir de elindeki simit parçalarını tek tek atmaya devam etti. Elinde az önceki simitten kalan susam parçacıkları kalmıştı sadece. Onları da ellerini birbirine vurarak temizledi. 

Bir süre sessizce kuşları izledikten sonra daha fazla dayanamayıp "Sizin gibi etçil kuşları una, susuma alıştıran insanoğlu beni de sonunda yalnızlığa alıştırdı be canlar," diyerek hayıflandı haline gülerek. Gerçekten alışmıştı yalnızlığa. Kimse kalmasa yanında sorgulamazdı, gidişine dönüp de ardından bakmazdı. Hatta gidişler artık ona koymazdı bile. O yüzden alışmıştı Kadir, alıştırmıştı onu yıllar. Alışmıştı alışmasına da kimsenin bundan ruhu bile duymamıştı.

Birkaç dakika boyunca sessizce martıları izledi. Denizin o tuzlu kokusunu bu esnada içine içine çektikten sonra az önce kalktığı banka geri gidip valizini aldı. Daha demin simitine katık ettiği çayın bardağını da kırılmasın diye eline alıp kendisine doğru gelen çocuğun elindeki tepsiye koydu. Simit alırken kalan bozukluklardan da tepsiye koyup yoluna devam etti. 

Denizin kokusuyla acıkan karnını doyurmuş, çayını içmiş; elinde valiziyle yolda yürüyordu. Fakat şimdi ne yapacaktı, işte onu bilmiyordu Kadir. Hapishaneden her çıkan adam böyle mi hissediyor diye düşündü, sonra vazgeçti. Kendi düşündüklerine alayla güldü. Çıkanların hepsi kendisi gibi değildi. Sadece gideceği bir yeri olmayanlar kendisi gibi düşünür dururdu, gideceği yeri olan kendisini neden sokaklara, düşüncelere ve yalnızlığa vursundu ki?

Sol eli ceketinin cebinde, parmakları arasındaki Rüstem Baba'nın sıkıştırdığı kağıdı eziyordu. Düşünceler beyninde cirit atmaya devam ederken çıkardı elini ceketinin cebinden, açtı tek eliyle dörde katlanmış beyaz kağıt parçasını. Üzerinde Rüstem Baba'nın bahsettiği Davut ustanın adı soyadı yazıyordu. Hemen altında gideceği yerin adresi bir de telefon numarası bulunuyordu. Bilmiyordu Kadir bu adresi. Gerçi Kadir değil sadece bu adresi, bir sonraki adımını nereye atacağını bile bilmiyordu. 

Sol kolundaki baba yadigarı gümüş rengi saate baktı. Vakit öğlen olmuştu, içeride saati unutan Kadir dışarıya çıkınca da unutmuştu. Alışamamıştı ve saat üçe çeyrek vardı. Bu saatte adres aramakla uğraşamayacağını fark etti. Nedense daha ilk saatlerinde yormuştu onu bu şehir. Yatıp uyumak, on beş sene sonra başka bir dört duvar arasında uyumak istiyordu.  Yolunu bu geceyi geçirebilecek bir yer aramak için yürüdü. Karşısına çıkan yirmilerinin ortasında olduğunu tahmin ettiği gence yaklaşıp durdurdu onu. 

"Kardeşim bir bakar mısın sana zahmet olmazsa," diyerek gencin durması için dua etti içinden. Her ne kadar otuz beş yaşında bir adam olsa da bilmediği şehrin sokaklarında kendisini, kaybolmuş bir çocuk gibi hissetmekten alıkoyamıyordu.

"Ne zahmeti abi, buyur?" diyen genç adama bu geceyi geçirebileceği en yakın pansiyonu sordu Kadir. Buraya en yakın pansiyonun adresini tarif eden gence anlamaz gözlerle bakan Kadir, kafasında orayı nasıl bulacağını ölçüp tartıyordu. Lakin düşünmek onu bir hayli zorluyor, bu işi kendi başına halledemeyeceğini fark ediyordu. 

"İlk defa mı geldin İstanbul'a abi?" diye sordu karşısındaki genç adam, Kadir'in adresi tarif edişinin her saniyesinde afallayan yüzünü görünce anlamıştı bu şehre ilk geldiğini. Yine de teyit etmek için sormak istedi.

Söyleyip söylememekte kararsız kaldı Kadir. 'Evet ilk defa geldim' dese yalan mı söylemiş olurdu bilemedi. Yıllardır içerideydi, bir kere olsun İstanbul yüzü görmemişti. Bu gelişi de Kadir'in ilk gelişi sayılmaz mıydı? Emin olamadı. Fakat kendisiyle daha fazla münakaşaya girmek istemeyip "Öyle kardeşim, ilk defa geliyorum bu şehre," diyerek kendince kabul ettiği cevabı söyledi.

Genç adam, Kadir'in düşünceli ve ne yapacağını bilemez halini görünce daha fazla dayanamadı. "Gel abi ben götüreyim seni gideceğin yere kadar," diyerek karşısındaki zayıf ama heybetli adama baktı.

"İşin vardır senin kardeşim, ben engel olmayayım sana. Sen söyle adresi ben bir şekilde bulurum," dese de Kadir genç çocuk kabul etmedi bu cevabı.

"Arkadaşlarımın yanına gidiyordum abi, önemli bir işimin olduğunu söylesem yalan olur. Gel sen, ben götürürüm seni. Hem bana da değişiklik olur," deyip birlikte yola koyuldular.

Kendisine bulduğu yoldaşla bu dertten kurtulan Kadir, bir yandan da arkadaşlarının yanına gitmekten onu alıkoyduğu için içten içe kendisini suçlu hissediyordu. Fakat bu teklifi ısrarla kabul etmediğini hatırlattı kendine. Hem genç adam da ısrarla yardım edeceğini söylemişti. Yapacak bir işinin olmadığına kanaat getirip bir an önce kalacağı yere varmak istedi.
Hapisten çıkar çıkmaz yormuştu İstanbul havası onu, ilk günden kendini bir tuhaf hissettirmişti.

Yarım BattaniyeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin