Bölüm 6

7 1 0
                                    


"Bismillahirrahmânirrahîm." dedi gür sesiyle Hoca Davud.

"Bismillahirrahmânirrahîm!" diye bağırıştı iki torun dedelerin ithamı üzerine onu tekrar ederek, bu sırada elleri açık ve yukarı dönük vaziyette kalkıktı.

"Elem tera," diye devam etti sureyi okumaya dede.

"Elem tera," diye hep bir ağızdan tekrar etti torunlar.

"Keyfe fe 'ale"

"Keyfe fe 'ale"

"Rabbüke biashâbilfîl" Kaşlarını kaldırarak ve kirpiksiz gözlerini yuvalarından adeta fışkırtarak kendisini yinelemeleri bekledi torunlarının. O torunlarından karşılık almayı beklerken iki küçük torunu da kıpırtısız ona bakıyordu. Yine sıkılmışlardı. Ne zaman Fil Sure'sini öğretmek için toplasa iki torununu da dışarıdaki takanın üstüne "Keyfe fe 'ale"dan sonra sus pus olup devamını getirmezlerdi.

"Sizden adam olmaz" dedi tespih çektiği sağ elini ileri geri sallayarak. "Hikâyesini de anlatmıyorum!" Dedelerinin ağzından hikâye lafını duyar duymaz çakı gibi parıldayan gözlerle birbirine baktı iki erkek torun ve saniyesinde biri sol kucağına diğeri de sağ kucağına kuruldular dedelerinin. "Nolur dede, noluuur!" Dede torunları tarafından pohpohlanmaktan mutlu azıcık daha naz yaparken köyde tekne kazığı diye bilinen Ahmet'in "Söz bu gün ezberleriz sureyi de, noluuur." demesi ve büyük olan Muhammet'in de onu tasdiklemesi üzerine iyice galeyana gelip, genzini temizledi ve yıllar önceleri dedesinden dinlediği bu surenin hikâyesini tane tane anlatmaya başladı kendisini pür dikkat dinleyen çocuklara.

" 'Ne varmış ola bu Mekke denilen yerde. Bütün Araplar oraya doluşuyor tavaf için. Ticaret orada, para orada, hayat orada... Ne var sende böyle ey Kâbe!' diyormuş Ebrehe."

"Ebrehe kiiim?" diye atıldı Ahmet. "Dur hele anlatıyorum. Bu Ebrehe Yemen valisiymiş. Mekke'deki kalabalığı, cümbüşü, oranın canlılığını o kadar kıskanırmış ki nemrut! Görev yaptığı Yemen Kâbe'den daha gelişmiş bir şehirmiş oysaki o zamanlar. Ama neden şu Arapların ilgisini birazcık da olsa orası çekmezmiş ki? Yemen'de eksik olan neymiş? Aslında sebebini bal gibi de biliyormuş bu Ebrehe. Kutsal mabet Kâbe oradaymış çünkü. İnsanlar oraya ibadetlerini gerçekleştirmek için giderlermiş zaten. İşte öyle böyle derken günlerce ne yapacağını düşünmüş bu. En sonunda kararını vermiş, Yemen'in başkenti Sana'ya Kâbe'den daha büyük, daha şaşalı, daha albenili bir tapınak yaptıracakmış. Hiçbir masraftan kaçınmayarak yaptırmış da nemrut!"

"Niye nemrut deyip duruyorsun adama dede?" Bu soru Muhammet'ten gelmişti.

"Nemrut da ondan! Karışacaksınız anlatmıyorum." Dedelerinin bu lafı üzerine iki torun da suspus olup dinlemeye devam ettiler. "Bu nemrutun –bunu söylerken sesini bastırıyor Hoca Davut- yaptırdığı görkemli tapınak tez zamanda tamamlanmış ve Müslümanların beklediği hac zamanı da gelip çatmış. Bu uyanık Arapların akın akın tapınağa geleceğini düşünmüş. Beklemiş, beklemiş, beklemiş... ama umduğu ilgiyi görememiş bizimki. İnsanlar yine Kâbe'ye gidiyormuş. Bu durum Ebrehe'yi çileden çıkarmaz mı? Çıkarır tabii. Nihayet haddini aşarak çok büyük bir karar vermiş: Kâbe'yi yıkacakmış. –Burada bilmiş bilmiş sırıtarak 'güya' diye ekliyor Hoca Davud- Devasa bir ordu hazırlatmış. Mekke halkının böylesine büyük bir orduya karşı koyması imkânsızmış. Üstelik ordunun önünde filler varmış. En görkemli savaşçı fil de başı çekiyormuş. Bunlar Mekke yakınlarına gelmişler. Mekkelilere ait mallara ve hayvanlara el koyup onca kişiyi mağdur etmişler. El konulan malların arasında Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalib'in de yüze yakın devesi varmış.

"Mekke'nin ileri gelenlerini yanına alan Abdulmuttalib Ebrehe ile görüşmek için izin istemiş. Mekkelilerin ordusuna karşı koyacak gücü olmadığını bilen Ehrehe'yi Mekke büyüklerinin ayağına gelmesi de bir hayli keyiflendirmiş. Yalvarıp yakarmak için geldiklerini düşünmüş haliyle. Heyeti kabul etmiş ve alaylı alaylı sormuş:

'Niçin geldiniz?'

'Develerimize ve mallarımıza haksız yere el koydun. Onları geri almaya geldik.'

Kendinden emin bu karşılığa bir hayli şaşıran ve çok kızan Ebrehe, yani nemrut:

'Ben Kâbe'yi yıkmaya geldim. Siz ise develerinizin derdinseniz.' diye çıkışmış bizimkilere. Bunun üzerine Abdulmuttalib söze girmiş hemen:

'Ben Kâbe'nin sahibi değil, develerin sahibiyim. Onları almaya geldim. Kâbe'nin sahibi ise Allah'tır. Onu sahibi koruyacaktır.'

Bu pervasız cevaba ve aşırı güvene sinirlenen Ebrehe ordusuna saldırı emri vermiş. Ancak yolunda gitmeyen bir şeyler varmış. Ordunun en önündeki büyük fil bir türlü ilerlemiyormuş. Eh, o hareket etmeden diğer filler de hareket etmiyormuş ki! Yönünü başka tarafa döndürünce gidiyor, Kâbe'ye döndürülünce de ilerlemiyormuş. Bu olay askerlerin iyice moralini bozmuş. Üstelik gökyüzünde bir anda beliriveren karaltı ordunun üzerine üzerine ilerlemekteymiş. İşte o anda beklenmedik bir olay teşekkül etmiş. Gökyüzünü kaplamış binlerce kuş, sürüler halinde gelip ağızlarındaki balçıktan pişirilmiş sert taşları askerlerin üzerine atmışlar. Taşlar isabet etiği her şeyi mahvetmiş, yerle bir kılmış. Tek bir asker sağ kalmayana kadar sürmüş bu akın.

Velhasıl o gün Ebrehe'nin ordusu yerle bir olmuş.

Allah kendisine güvenenlerin inancını boşa çıkarmamış ve evini korumuş. Bu mucize olaydan yaklaşık elli gün sonra da sevgili Peygamberimiz dünyaya gelmiş. Size haftalardır öğretmeye çalıştığım Fil Suresi işte bu olayı anlatır sıpalar. Ben rahmetli dedemden dinledim. Anlatması benden, inanması sizden!"

Ahmet ve Muhammet gözlerini imalı imalı açmış dedelerinin anlattığı bu hikâyeyi kafalarında bir kere daha zikrederken Davud Hoca atıldı hemen:

"Eeee, açın bakalım elleri yukarı." Hikâyeyi anlatması koşuluyla verdikleri sözü hatırlayan torunlar ellerini semaya doğru kaldırarak dedelerinin başlangıcı vermesini beklediler.

"Bismillahirrahmânirrahîm." diye gür sesiyle yineledi hep başladığı gibi sureye Hoca Davud.

"Bismillahirrahmânirrahîm!" diye bağırıştı iki torun hep yaptıkları gibi, dedelerini tekrar ederek.

"Elem tera," diye devam etti sureyi okumaya dede.

"Elem tera," diye hep bir ağızdan tekrar etti torunlar.

"Keyfe fe 'ale"

"Keyfe fe 'ale"

"Rabbüke biashâbilfîl" Hoca Davud kaşlarını kaldırarak ve kirpiksiz gözlerini yuvalarından adeta fışkırtarak kendisini yinelemeleri bekledi torunlarının. Ahmet ve Muhammet birbirlerinin yüzlerine baktılar dört beş saniye. Sonra aralarında sessizce anlaşmış gibi dedelerine döndüler ve aynı anda, "Rabbüke biashâbilfîl" diye tekrarladılar dedelerini.

Hoca Davud bir işi başarmanın daha verdiği gururlasurenin bir sonraki cümlesini söyleyecekken keyfine diyecek yoktu. İki torununuda bu sefer alt etmiş ve o gün bir duayı daha öğretmişti. Allah kendisine inananların inancını boşa çıkarmamıştı.

Kuşlar Da ÖlürHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin