Bölüm 7

8 1 0
                                    

Hafif hafif kararırken ortalık, güneş yavaş yavaş elini eteğini çekerken doğadan kavak ağaçlarının konvoy gibi arka arkaya dizildiği köyün yegâne tepeliğinde, sırtını ağaca vermiş bir şekilde leylekleri izliyordu çoban, kanatlarının arası bozca tüylü göçmen leylekleri. Yüklü haberleri var, belli. Yetiştirme telaşındalar doğru yere. Sanki içlerinden birisi her hareketinin birileri tarafından izlendiğini fark ediyor da bir anlık duraksama yaşıyor gökyüzünde. Geri çekti bakışlarını ondan. O da bunu bekliyormuş gibi pervasızca kanat çırptı arkasından. Gözlerini kapatıp rüzgârın çıkardığı uğultuları dinledi bir süre. Tekrar açtı gözlerini hışımla. Koyunları fazla uzaklaşmamış sürü halinde otlanıyorlardı serin havanın ve gölgenin tadını çıkara çıkara. Bakışlarını iki dağın arasına çevirdi. Bir an kara şalvarı, eskimiş ayakkabılarıyla, elinde tuttuğu nar acından yapılmış kallavi sopasını sallayarak kendisinin çıktığını getirdi gözünün önüne bir fotoğraf karesi gibi. Hemen peşinden sahneyi fazla irice fakat iriliğine bir o kadar sıskalığıyla tezat oluşturan iki köpeği aldı şimdi. Karınları midelerine yapışmış gibi. Gören kaburgaları dışarıda yürüyorlar sanır. Üzerlerinde tekmil sürünün sorumluluğunun getirdiği bir hâkimiyet var. Bu yüzden olsa gerek bir ordu komutanı izlenimi yaratmaya çalışıyorlar, kuyruklarını bir o yana bir bu yana ağır devinimlerle sallarken. Kendi kendine gülümseyerek dikkatini tekrar sürüsüne ve kendisinden beş ağaç öteye kıvrılmış miskin miskin uyuklayan kangallarına verdi. Bugün hava soğuk değildi. Havadaki ılıklık halelerle çevrelemişti sanki köylerini. Bir de arkalarından usul usul esen rüzgâr yok muydu? Tam türkü tutturmalık bir havaydı. Derince bir nefes alıp başladı bir yandan elleriyle ritim tutup bir yandan söylemeye sesi mırıltılarına karışırken:

Karlı kayın ormanında
Yürüyorum geceleyin
Efkârlıyım, efkârlıyım
Elini ver nerde elin

Memleket mi yıldızlar mı
Gençliğim mi daha uzak
Kayınların arasında
Bir pencere sarı sıcak

Duraksadı çoban. Bir sonraki nakarata geçmeden önce gözlerini kapatıp tekrar devam etti çalmaya nefesi titreyerek. Ruhu sancılarla doluydu. Tuz basıp, tutan kabuğunu kaldırıyordu yaralarının.

Ben ordan geçerken biri
Amca dese gir içeri
Girip yerden selamlasa
Hane içindekileri

Yedi tepeli şehrimde
Bıraktım gonca gülümü
Ne ölümden korkmak ayıp
Ne de düşünmek ölümü

Sözler tükendiğinde gözlerinin ucuna kadar gelen yaşları yok etmek için kavruk tenli ellerini gözlerine götürdü. Dudaklarını kanatana kadar ısırdı, nefesini sakinleşene kadar tuttu. Sahi "ne ölümden korkmak ne de düşünmek ölümü" ayıp değil miydi? Gözlerinden ardı ardına süzülen yaşlar yanaklarından toprağa damlarken arka arkaya ellerini bacağının arasına götürdü. Çalmıştı ondan babası. Bir şeyini değil her şeyini. Hayatının bir kısmını değil tüm hayatını, yaşayabileceklerini veya yaşanması mümkün olanları... O dışarıda akşam ezanına kadar futbol topunun peşinde koşturması gereken Selim'i çalmıştı ondan. Bir hırsızın çalabileceği en büyük şeyi belki de: çocukluğunu. Kahkahalarla gülmek, kucak dolusu sevmek yerine kıvranmayı öğrenmişti o yaşında. Acılara katlanmayı her sabah peşi kanlı donlarını çitilemeyi... Bir çocuğun yaşamaması ve öğrenmemesi gereken tüm duyguları bilhassa tatmıştı. Kader, mukadderat veya alın yazısı, yaşadığı şey her neyse işte bu yaşına kadar bir kuyruk gibi peşine takılmış ve her adım atışında ayağına akılıp tökezlemesine neden olmuştu. Anası öldükten sonra bazı geceler usulca kıvrılırdı yatağının kenarına hantal cüssesiyle babası. Bilirdi olacağı Selim. Kaskatı büzüşür yatağının ucunda titreyerek beklerdi o acı tütün ve ter kokusunun burnunun ucunda bitmesini. Çenesi ağrıyana kadar sıkardı dişlerini. Ama her seferinde de geçer giderdi o an, geçmez sanırdı oysaki. Ama geçer giderdi işte. Öleceğini sansa da, nefesinin hık diye boğazında kalacağına inansa da ölmezdi. Acıyı tatmıştı, hissetmişti çaresizliği. Nedendi peki? Hangi çocuk hak ederdi bunu? Hangi baba yapardı bunu evladına?

Kuşlar Da ÖlürHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin