Bölüm 15/Son

18 2 0
                                    

İki hafta geçti, Besime'yi bulamadılar. Çok aradılar, çabaladılar ama yoktu küçük kız. Dönmedi geri. İnsanlar artık alışmış gibiydi. Birilerinin ölmesine, cenaze kaldırmaya. Uğursuzluğun kendilerini ne zaman vuracağını bekliyorlardı sadece merakla ve ne şekilde.

O gün yangın olayının ardındaki üçüncü haftada Halil ve Nazar'ın düğünü olduğunu öğrendi tüm ahali. Herkes o kadar sevindi ki. Bunca ölümün ve acının üstüne güzel yürekli öğretmenle babası rahmetli olmuş, anası hastalıktan çeken Nazar'ın sonunda mutluluğa ve daim huzura kavuşacak olması herkesi şen şakrak etmişti. Sanki yaşanan ölümler hiç olmamış, sanki Kadıgüllü köyü hiç vurgun yememiş gibiydi. Anası göçüp gitmeden şu dünyadan görebilecekti en azından kızının mürüvvetini. Onlardan mutlusu mu vardı sanki.

Köy meydanında hazırlık yaptılar güzelce. Masaları, sandalyeleri, şerbetleri bir güzel ayarladılar. Gerçi o gün hava fazla soğuktu ama varsın soğuk olsundu varsın soğuk iliklerine kadar işlesindi bugün mutlu olma günüydü herkes için. Nazar heyecandan kar beyazı gelinliğini zar zor giymiş şimdi de köyün eli iş bilen güzellerine saçını yaptırıyordu. Yaşadığı mutluluğun sahihliğine inanamıyor, sanki kötü çok kötü şeyler olacakmış gibi hissediyordu. Halil bugün davulla zurnayla beyi olacaktı, eşi olacaktı... Heyecandan yüzüne asılı kalmış bir sırıtma kendisine baktı aynadan. Halil beyaz gömleği üstüne takım elbisesiyle dışarıda köyün büyükleriyle halay çekiyordu. Davullar, zurnalar, yakılan türküler... O da yüzünde nedensiz mutluluk koşturup duruyordu oradan oraya. Kalbindeki huzursuzluğun farkında olsa da mutluydu.

*

"Sündüs!" diye bağırdı kendini tutamayarak Suna. "Kar yağmaya başladı Sündüs, kar!" Neden bu kadar heyecanlanmıştı bilmiyordu ama pencerenin ardından nazlı nazlı yağan kardan gözlerini alamıyordu.

"Bugün Halil Öğretmenin düğünü vardı ya?" dedi Sündüs meraklı gözlerle. "Rezil olurlar karda."

"Bir şey olmaz, o kadar hafif yağıyor ki, hızlanmaz gibi."

O Sündüs'e bunları söylerken evin kapısı hızlı hızlı vurulmaya başladı. Suna tedirginlikle oturduğu yerde dikleşti. Kapı hızlı hızlı bir kere daha çalındı. Yataktan kalkıp yavaş adımlarla merdivenin başına geldi Suna. Annesi odadan çıkıp kapıyı açtı; karşısında İbibikli Mustafa. Ne olduğunu anlamadan annesini kolundan tuttuğu gibi içeri sürükledi. Suna merdivenleri indi kapının önüne kadar geldi; içerden gelen sesleri işitebiliyordu.

"Şerefsiz karı! Hani engelleyecektin lan o öğretmenin Nazar'ı almasını? Hani defedecektin o deyyusu bu köyden!?"

"Bırak saçımı Mustafa!" Bu ses anasınındı.

"Söyle bana, lan ne yapayım şimdi ben seni, ha söyle? Gebertim mi?"

"Mustafa..." Annesi ağlıyordu. "Suna'ya kim bakar sonra..." dedi hıçkırıklar arasında. Kapının önünde onları dinleyen Suna kıpırtısızdı.

"Babası kimse o piçin o baksın, Allahın cezası!"

"Dur..." Fatma'nın sesi yalvarırcasına çıkıyordu. "Senin yavrun o Mustafa..." İçerden gelen sesler kesildi. Suna kapının deliğine kilitlenmiş gözleriyle donakaldı dikildiği yerde. Kanının çekildiğini başının döndüğünü hissediyordu. Gözlerinden akmaya hazırlanan yaşları engellemeden ayakkabılarını giyip çıktı dışarı. Savruk Çınar'ına, biricik dostuna doğru koşmaya başladı.

*

Çınarın olduğu düzlüğe olanca hızıyla koşarken Suna düğünün olduğu yerden bir silah sesi patladı. Gözlerinden akarken ardı ardına yaşlar Suna duyduğu sesle şaşıp kalmıştı. Bu da neyin nesiydi peki? Yönünü değiştirdi, düğünün yapıldığı yere vardı çarçabuk. Halil öğretmen kanlar içerisinden yatıyordu yerde, gözleri kapalı. Karşısında da Mustafa; İbibikli Mustafa; elinde kapkara bir tabanca ona doğrultmuş. Gözlerine inanamıyor Suna. Şaşkınlığına bir şaşkınlık daha ekleniyor. Bir ses daha ayyuka ediyor karın hafif hafif yağdığı gökyüzüne: patt! Ses kulakları dolduruyor ve Halil'in üzerine abanmış ağlayan Nazar'ı buluyor bu sefer de hedef. Köylü şaşkın, kimse bir şey yapamıyor. Suna şaşkın. Bir silah tutan o adama bir de köyün öğretmeni Halil'e ve Nazar'a bakıyor. İbibikli Mustafa yere tükürüp dönüyor arkasını. Kimse bir şey demiyor, durdurmuyor onu.

Kar hızlanıyor, saçlarına, ellerine, üstüne düşüyor. Suna koşuyor. Can dostu arkadaşına koşuyor tabana kuvvet. Yaşadığı her şey bir kabu sanki. Ne zaman uyanacak?

İşte çınarı orda. Yaprakları dökülmüş birer birer, ıssız kalmış. Ama dur bir dakika, bir karaltı var orada, ağacının tam dibinde. Suna gocuğuna sarılıp yaklaşıyor karaltıya doğru. İşte şu çocuk. Neydi adı? Hah, Bekir. Ellerinin arasında tuttuğu bir beyazlığa hıçkırarak bakıyor. Yanına vardığında elindeki beyazlığın bir kuş olduğunu görüyor. Beyaz bembeyaz, kar kadar beyaz minicik bir kuş. Cansız. Hareket etmiyor. Suna soğuktan ve ağlamaktan kızarmış burnunu çekerek bir yakınlık duyduğunu hissediyor çocuğa. Onca sır bozulmuşken kendi sırrı ufacık geliyor ona ve ilk defa Sündüs'ten başka kimseye açmadığı dilini Bekir'e açıyor.

"Üzülme," diyor usulca.

Bekir kaldırıyor kafasını, göz göze geliyor Suna'yla. Soluklarından buharlar çıkarak, konuşmadan bakıyorlar birbirlerine. Sonra bir ses duyuluyor yakınlarından. Çeviriyorlar bakışlarını oraya. İlerde Sündüs. Köyün çıkışına doğru ilerliyor adım adım. Kar hızlanıyor; saman sarısı saçlarına, morlu paltosuna düşüyor, tane tane, usul usul, yavaştan ve telaşsız.

"Allahaısmarladık Sündüs!"

Biraz sonra duruyor Sündüs, dönüyor iki arkadaşına. Lacivert gözleri gülümsüyor onlara.

"Güle güle Suna, güle güle Bekir."

Sonra tekrar dönüyor önüne ve yürümeye devam ediyor karın uçsuz bucaksız beyazlığına bata çıka. Bir kere daha buluşuyor gözleri birbirlerine bağlandıkları bağdan haberi olmayan iki çocuğun. Tekrar konuşuyor Suna,

"Üzülme, kuşlar da ölür."



Adana

19 ARALIK 2015/CUMARTESİ

Kuşlar Da ÖlürHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin