Yaklaşık 3 haftadır hastaneye onu görmeye gidiyordum. Solgun yüzü tavanda bulunan lambanın ışığıyla belli oluyordu. İyice zayıflamıştı. Makineden gelen sesler onun hala yaşadığına dair kalp atışlarının sesleriydi...
Hepimiz onun iyileşmesi için dua ediyorduk. Aslında resmen birinin ölmesi için dua ediyorduk. Ne kadar garip bir şey. Yatakta yatarken bunları düşünmem çok acı verici. Aldığım her nefeste yaşamanın anlamını çözmüştüm. İnternette kalp nakil listesine bakıyordum. İsmini bir türlü bulamamıştım. Sayfanın sonuna geldiğimde adının olmadığını farkettim. Bir yandan "Neden" diye kendime sorarken bir yandan da hastaneye gitmek için hazırlanıyordum. Ziyaret saati gelmişti. Kot pantolonum, siyah ince kazağım ve botlarımı giydim. Evden hızlıca çıktım. Hastaneye öyle bir gidişim vardı ki sanki adam öldürmek için gidiyordum. Geldiğimde hemen doktorunun yanına gittim. "Peeta'nın adı neden bekleme listesinde değil ?" Gözleri fal taşı gibi açılmış söylediklerim karşısında bir tepki vermemişti. Ayağa kalktı ve hemen arkamda duran dolaba doğru yöneldi. Anahtarla kilidi açtı ve bir zarf verdi bana. Yerine oturmasını beklemeden zarfı açtım. Peeta'nın vasiyeti yazıyordu. Hızlı bir şekilde vasiyetini okudum. " Ölmek istiyordu..." Hiç farkına varmamıştım. Buraya gelmesi, benimle vakit geçirmesi, bizim okula nakil yaptırması... Bence de çok mantıklıydı. Zarfı tekrardan doktora verdim. Yaşadığım şokun etkisiyle odadan yavaş yavaş çıktım. Son kez görmek için odasına doğru yürüdüm. Camdan ona baktım. Gözümün önünde eriyip gidiyordu. Onunla yaşadığım hersey gözümün önünden film şeridi gibi geçti.
Gözleri kapalı bir şekilde makinelere bağlı olarak hayattaydı. Bizi sadece duyabilirdi. Hissedebilirdi belkide.Haftalar sonra...
Hepimiz siyahlar içerisinde onun baş ucunda duruyorduk. O yenilmişti. Gidişi çok ani olmuştu benim için. Kimse şoku atlatamamıştı. Öylece mezarına bakıyorduk. Gökyüzü kapalı, bulutlar kapkaraydı. Cenaze töreni başlamıştı. Özel olarak yapılan konuşmalar, acısını dile getiren cümleler ve gözlerden akan minik yaşlar. Hepsi birer acı ve keder. Tören bitiminde hemen hemen herkes dağılmıştı. Arkadaşları olarak hepimiz oradaydık. Jack, Jessica, Brad, Alice ve ben. Mezarının başından bir an olsun ayrılmadık. Yağmur yağmaya başlamıştı. Artık eve gitme zamanıydı. " Hadi bize gidelim. Ayrı ayrı bir yerlerde olmayalım." Jessica bizi evine davet etmişti. Bence haklıydı. Kimse yalnız bir şekilde evde boş boş oturup ağlamak istemiyordu. En azından ben öyle olmak istemiyordum.
Jessica'nın evinde fazla durmayıp evime gitmek üzere yola çıktım. Yol üstünde markete uğrayıp kendime içecek birşeyler aldım. Poşeti doldurabildiğim kadar bira şişesi ile doldurdum. Hayatım boyunca ağzıma bile sürmemiştim. Hızlı bir şekilde içeri geçip sakin bir müzik açtım. İçmeye başladım. Herşeyin farkına vararak hemde...
Çok geçmeden kapı çaldı. Elinde poşetler ile karşımda Jack duruyordu. Siyah deri ceketi, beyaz tişörtü ve siyah dar paça pantolonuyla oldukça şıktı. Poşetlerin içinde bira şişeleriyle içeri geçti. Karşılıklı oturup tek kelime etmeden içiyorduk.
Oturduğu yerden kalktı ve yanıma geldi. Bira şişesini masanın üstüne koydu. Yavaşça bana doğru yaklaştı. Birbirimizin nefesini hissediyorduk. Dudaklarımız buluştuğunda kendimden geçmiştim. Çok uzun zamandır bunu bekliyor gibiydim. Öpüşmemiz git gide alevlenmişti. Beni kucağına alıp odama doğru yürümeye başladı. Fazla sarhoş olmalıydım ki sadece o kısımları hatırlayabiliyordum.
Ertesi sabah uyandığımda odayı yeni doğan güneş ışıkları aydınlatıyordu. Başım çok ağrıyordu. Ne olup bittiğinin farkında değildim. Jack'i yanımda çıplak bir şekilde gördüğümde anlamıştım. " Ne yaptım ben? " Yerden kıyafetlerimi alıp banyoya koştum. Aynadan kendime baktım.
Yine her zaman ki gibi tek ben vardım. Sorunlarımla başa çıkabilecek, beni destekleyen biri olmayan, sorumluluk sahibi ben.Ve yine her zaman ki gibi ben yine YALNIZDIM...