Sınıfın çoğuyla şimdiden hoş bir bağ kurmuştum. Niall daha ilk dersten fazlasıyla yanımda olmuş ve çevre edinmem için desteklemişti. Gel gör ki, beni şaşırtmamış ve dersin sonlarında aç olduğuyla ilgili sızlanmaya başlamıştı. Daha bir saat önce bizim evde kahvaltı yapmıştık ve kalan bir tanecik zeytini 'Ağlar arkamızdan yazık,' diyerek ağzına atmıştı.
Ancak ona rağmen daha ilk teneffüste kantine sürükleniyordum. "Karnım kazınıyor. Beni anlamıyorsun, karnım kazınıyor."
Kaşlarımı çattım. "Evet, yemin ederim anlamıyorum. Daha bir saat önce sofranın içinden geçtin çünkü."
Omuz silkti. "Açlığımı bastırmıştım."
Başımı anlamayarak iki yana sallarken kantinin arka köşelerinde gördüğüm mavi gözler duraksamama sebep oldu. Kalabalık bir grubun içinde gülüşüyle güneş gibi parlıyordu.
İnce gözleri, kıvrılmış dudaklarının baskısıyla kaybolurken inanılmaz sevimli görünen suratı aynı zamanda insanın üzerinde kaçınılmaz bir etki bırakıyordu. Sanki oturduğu yer dünyanın merkeziydi ve o neşeyle bunun tadını çıkarıyordu.
Gözlerimi alamıyordum, bir insan nasıl hem bu kadar tatlı hem bu kadar güçlü durabilirdi?
Olduğum yerde havasına kapılmış bir halde onu izlerken gözleri beni buldu.
İnce dudakları o gün olduğu gibi V şeklini almıştı yine. Birkaç saniyelik bakışmadan sonra arkadaş grubuna döndü tekrar.
"Hadi lan ordan."
Niall'ın şaşkın sesiyle bölündü bakışlarım. Anlamayarak suratına baktım. "Ne?"
"Mavi göz, mavi göz diye anlattığın Louis miydi senin aslan parçası?"
Adını duyunca sarhoş bir gülümseme kapladı yüzümü. "Adı Louis mi..." Usulca Louis'yi süzüp tekrar Niall'a döndüm. "Bu kadar şaşırılacak ne var?"
"Ne bileyim, yan yana hayal etmemiştim hiç sizi. Olur ama ya sanki. Olur, olur. Güzel. Beğendim ben." Onaylayan bakışlarla başını sallayarak bir Louis'ye bir bana baktı ve poğaçasının yarısını ağzına attı heyecanla.
Haline gülüp hissettiğim hareketlenmeyle Louis'nin olduğu tarafa döndüm. Yanında esmer, kahve gözlü bir çocukla arkadaş grubundan ayrılmış bizim olduğumuz tarafa geliyordu.
Ucube gibi onu izlediğimi düşünmesini istemiyordum. Gözlerimi aceleyle çekip ağırlığımı duvara verdim ve tırnağımın kenarındaki çıkıntıya odaklandım.
Buraya geliyor. Buraya geliyor. Buraya geliyor. Harry buraya geliyor. Harry, Louis geliyor. BURAYA GELİYOR, ALO.
Çığlık atmaya başlayan iç sesimi dışa yansıtmamaya özen göstererek sakin bir ifade yerleştirdim yüzüme. Dudaklarımın içini kemirirken iyice yaklaşmış olan gövdesine çevirdim gözlerimi. Çoktan yüzümde gezinen gözlerine baktım sakinlikle.
Yanımdan geçerken yavaşladı, hafifçe başını eğdi ve konuştu. "Gülümse Styles, gamzelerin hoştu."
Ortada kayda değer bir şey yokmuş gibi bir sakinlikle Niall'a başıyla selam verip tekrar çevirdi mavilerini üzerime.
Yine konuşmama fırsat vermeden geçip gidecekken kolundan tuttum.
Durup önce kolundaki elime, sonra gözlerime baktı neden yaptığımı sorgular gibi. "Geçen gün konuşmamız yarım kaldı, bana adını söylemedin." Evet, Niall söylemişti ama ondan duymak istiyordum.
Gülümseyerek bir iki adım attı ve elini kolundaki elimin üzerine koydu. Elime dokunduğu anda güçlü bir elektriğin yayıldığını hissettim. "Bilmek mi istiyorsun Styles?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Falling Game //Larry
FanficDüşünür gibi büzdü ince dudaklarını. "Ben şu an sadece seni görüyorum." Gülümsedim az önceki alaylı halini taklit ederek. "Aşktan mı kör oldu gözün?" Tek kaşını kaldırıp doğruldu. Elleri hala banka yaslanıyordu. "Sana aşık olmamı çok istediğini anla...