sorgu.

88 25 8
                                    

I really don't know the world

You're telling me so

Eyes that are somewhat concerned

Smile that is somewhat sorry




Sevgili Minho,

Özür dilerim. Her şey için binlerce kez özür dilerim. Keşke en başa dönüp bir yolunu bularak düzeltsem yaşadıklarımızı. Hiçbir acı çekmemiş olsak, ayrılmamış olsak. Ama kaderin de cilvesi bu, bir gün istediklerini yaşarken diğer gün olmak isteyeceğin son durumda bulabiliyorsun kendini. Geri dönmenin, hatalarını kapatmanın bir olanağı yok. En iyi senaryoda yaptıklarından ders çıkarırsın. Bazen hayatına mal olur bu ders. Ama çıkarırsın işte. Sonra ne işe yarar? İnsandan insana değişir ama benim hayat boyu mutsuz olmama mal oldu.

Her mektubumda olduğu gibi yine söylüyorum: Seni çok özledim ve deli gibi merak ediyorum. Karşılığı ne olursa olsun verirdim seninle bir kerecik görüşebilmek, nasıl olduğunu sorabilmek için. Vereceğin cevaplar beni üzecek olsa da isterdim bunu. Çünkü merak her şeyden daha kötü, insanın içini kemirip bitiriyor. Ruhumu, yaşam isteğimi, her duygumu sömürüyor düşündüklerim. Ya öyleyse, ya böyleyse... Tüm gün düşünmek hiç sağlıklı bir şey değil. Kimseye tavsiye etmem.

Hazirana gelmişiz. Hava yine sıcak. En sevdiğim mevsim. Aynı zamanda sorgulanma vaktimiz. O piç... Adını hafızamdan kazımak, varlığını beynimden silmek istiyorum. Hayatımızı kararttı. Biliyorum benim de suçum var. Belli etmeye başlamıştım sanırım biraz. Sana bakarken kendimi kontrol etmek, diğerleriyle şakalaştığında kıskanmamak gitgide zorlaşmıştı. Hatalı olsam da anla beni lütfen. En azından anlamaya çalış.

Ayrıca insanların özel eşyaları karıştırılmaz. Sırf bu yüzden o şerefsizin ceza alması gerekiyordu. Dolabımı karıştırıp sana yazdığım şiiri bulmuş, tüm koğuşa okutmuş, biz orada değilken neler neler konuşmuşlardır kim bilir... Şüpheleniyormuş zaten ikimizden, gitmiş komutana söylemiş. Ahh, buraları anlatmayı hiç istemiyorum. Sırf kendi rütbesini yükseltsin diye komutana ispiyonlamış bizi. Nefret ediyorum böyle insanlardan. Sonra da beni kötülemiş. Benim gibi biriyle aynı yerde kalmak istemezmiş, kötü hissediyormuş, güvende değilmiş. Sanki ben onu... Her neyse.

Komutan ilk beni çağırdı konuşmak için. Ne diyeceğimi bilemedim, inkar ettim bir şekilde. Biliyorsun, korkağım biraz. Hele de konu ikimiz olunca iyice gerilmiştim. Dilim tutuldu, ellerim titredi. Bir şey söylemesem bile vücut dilim beni ele verdi. Sevgiyi ve korkuyu saklaması çok zor zaten. Beni odada bekletip gitti. O arada da seni çağırmış. Ben sonradan fark ediyorum bunu. Gerginlikten hiçbir şey gelmiyor ki aklıma.

Sen de inkar ediyorsun benim gibi. Aşkımız ne kadar güçlü olsa da birbirimizi korumak için gerekli olan bu. Sonra yine benim yanıma geliyor komutan. Bu sefer o heriften şiiri almış. Önüme koyuyor. Yutkunuyorum. Daha fazla nasıl inkar edeceğim ki, diye kara kara bakıyorum şiire. "Jisung, birazdan sorgu odasına gireceksin. Ne söyleyeceksen kafanda topla ve düzgün cevaplar ver." Bir şeyi toplayacak kafam yok ki.

Komutanın odasından çıkarken tir tir titriyordum. Sonra seni gördüm. İkimiz de bitmişiz. Göz göze gelişimizi anlatmaya kelimelerim yetmez. Farklı sorgu odalarına giderken ağzını kıpırdatarak "İnkar et." diyorsun. Gözlerimi kapatıp açarak seni onaylıyorum. Ama dayanamıyorum.

Çünkü biliyorum, ne kadar inkar edersek edelim inanmayacaklar. Eğer dolabımı talan ederlerse, ki çoktan yapmış olabilirler, onlarca şiir daha bulabilirler sana yazdığım. Çaresizim, bitkinim o an. Suçu üstlenip karşılıksız bir aşk beslediğimi söylersem sadece ben ceza alırım, sana bir şey olmaz diye düşünüyorum. İtiraf ediyorum bu şekilde. Kötü bir amacım olmadığını, hislerimin karşılıksız ve saf olduğunu, ordudaki başka kimse için bir sorun çıkarmayacağımı söylüyor ve özür diliyorum.

Ne yalan söyleyeyim, alacağım cezayı düşünmemiştim bile o ana kadar. "Eşyalarını topla. Ordudan atıldın." Bu cümleyi duyana kadar bir şekilde çözüleceğini düşünüyordum meselenin. Ama o an bitiyor işte. Ruhum bedenimi terk ediyor. Zihnim bomboş. Düşünme yeteneğim kaybolmuş. Bir anda olup bitiveriyor her şey. Ne hissedeceğimi bilemiyorum. Seni kazanmak için senden uzaklaşacağımı bilmek içimi cehennem ateşleri gibi kavurmaya başlıyor.

Ayaklarım bir şekilde ilerletiyor beni koğuşa kadar. Beni bekleyenlerden habersizim. Koğuştaki şerefsizler benim gelmemi bekliyormuş. Atılmamdan çok memnun olmuşlar, pis gülümsemeleriyle karşılıyorlar beni. Önce biraz iteklemeyle başlıyor, sonra vahşileşiyorlar. Karşılık vermeye çalışıyorum ama biri tutup biri tokat atınca kolay değil onları durdurması. Zaten benden yaşça küçük olsalar da yapıları iri.

O an dayak yerken düşündüm her şeyi. Sorguladım tüm hayatımı, verdiğim kararları; pişman oldum bazılarından, bazılarına ise iyi ki yapmışım dedim. Hani olur ya, ölmeden önce tüm hayatın gözlerinin önünden geçer, ondan oldu işte. Öldüm ben orada. Ruhum öldü. Çünkü fark ettim, o andan sonra hiçbir şeyin geri dönüşü yoktu, düzeltemeyecektim. Boku yemiştim. Her anlamda.

Ordudan atılmıştım, eve döndüğümde ağzıma sıçacaklardı. İş hayatı desen çöp -zengin olsak da ben vasıfsız olduktan sonra pek bir şey yapamayacaktım-. En önemlisi de seni göremeyecektim.

Ağzımdan kanlar akarken sen düştün aklıma, gülümsedim çünkü ne olursa olsun hep mutlu ediyordun beni. Yediğim yumrukları hissetmemeye başladım. Boşluk... Tamamen boşluktaydım. Bıraktım kendimi sert tokatlara. Belki bir şey hissedebilirim, aklım başıma gelir diye. Ama gelmedi. Sen geldin.

Beni o halde gördüğünde ne kadar da üzülmüştün. Kalbinin acısı gözlerine yansımıştı. Seni üzdüğüm için özür dilerim. Yanıma gelmeye çalışınca seni de tuttular. Oyuncak olmuştuk koğuşun elinde. Sonra... Seni de dövmeye başladılar. Senin gözün dönmüştü, sinirle karşılık verdin üstüne gelen herkese. Onları aşmaya çalıştın ama kalabalıklardı. Yoksa eminim hepsinin haddini bildirirdin yumruklarınla. Senden iyi boksör yoktu. Bunca zaman sana saygı duyan herkes benim yüzümden çıkan dedikodu için sana yukarıdan bakmaya başlamıştı. Sanki senin tırnağın olabileceklermiş gibi seni aşağılıyorlardı.

Ağlamaya başlamışım birden, haberim yok. Kendi acımdan değil ama. Senin canın acıyor, üzülüyorsun diye. Sana sarılamıyorum diye. Cehennemi yaşıyorum o an. Karşımdasın, ben dayak yiyorum, sen kavga ediyorsun, kan revan içinde kalmışız ikimiz de. Gözyaşlarım akan kanlara karışıyor, yazın getirdiği sıcaklıkla terliyorum. Diğerleri gülüyor, keyif alıyorlar acı çekmemizden. Sonra komutan geliyor. Bizi hırpalayan birkaç kişiyi çıkarıyor koğuştan. Sen o anı fırsat kollayıp yanıma gelmek istiyorsun.

Tam değecek ellerimiz, tenimde hissedeceğim seni yıllar gibi hissettiren dakikalardan sonra. Ama olmuyor, kavuşamıyoruz yine. Keşke son bir kez dokunabilseydim sana. Birileri gelip beni kaldırıyor yerden. Yere birkaç damla kan damlamış. Ben sana son kez bakmaya çalışırken sürüyerek çıkartılıyorum koğuştan. Gözyaşlarını fark ediyorum zorla yürütülürken. İlk defa böyle ağladığını görüyorum. Gelip silmek istiyorum dudaklarını ıslatan yaşları. Bırakmıyorlar kollarımı. Bitiyor. Öylece bitiyor. Her şey gibi bu da yarım kalıyor.

Sana dokunamıyorum. Konuşamıyoruz. Bana kızamıyorsun neden inkar etmedin diye. Ben de başımı omzuna koyup ağlayamıyorum, özür dileyemiyorum. Nokta koyamıyoruz yaşadıklarımıza. Ben de devam edeceğiz sanıyorum. Orada bitmeyecek sanıyorum.

Gözyaşlarını ve seni çok seviyorum Minho.

Sevgilerle,

Aptal Jisung.

10 letters to my eternal love' minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin