shinee - good evening
bu konuda hiç tecrübeniz var mı bilemem ama insanın sevmediği ot burnunun dibinde biter. nereye giderseniz gidin peşinizden bir gölge gibi sizi takip eder ve çıkmaz sokağa adımladığınız anda da pis kokusunu üstünüze sindirip oradan ayrılır.
uzunca bir süredir uğramadığım kulüp odalarından birisine doğru adımlarımı atarken kendi kendime de sinirleniyordum bir yandan. paçaları tozlanmış eski dostluğumun bende bıraktığı kalıntılardan birisiydi bu kulüp de. yanlış anlaşılmasın, kendi kurduğum kulüpten bahsetmiyordum, bir zamanlar sandalyesini aşındırdığım bir başka kulüpten bahsediyordum.
şimdilerde anmak istemediğim ama benim yerime onlarca insanın yaptığı tozlu arkadaşlıklarımı yaşarken bu kulüpte çok zaman geçirirdik. bolca neşeli günün ardından güneşin bir gün batacağının farkında değildim ancak şimdiki sun jung'ın beş ay önceden anlayabileceğini biliyordum.
günler sonra ayak basmadığım kulübe yavaş yavaş gitmemin sebebi etkinliklere katılmadığım için etkisiz üye sayılıyor olmamdı. kulübe herhangi bir faydam olmadığı için kulüp başkanı, seungmin'e yanına gitmemi özellikle tembihlemişti. kulüp başkanı minho'yu severdim. sivri dilliydi, gerektiğinde söylenmesi gerekeni söylerdi, bu yüzden yanına gittiğim anda beni haşlayacağını az çok tahmin edebiliyordum.
kulübün ağır kapısını içeride yalnızca kulüp başkanı minho'nun olacağını düşünerek iteledim ancak düşüncelerim yanılttı, bir odada bulunmayı bırakın, bir sokakta bile karşı karşıya gelmek istemediğim üç kişinin gözleri üstümde durdu.
minho'nun nerede olduğunu sormadım, odayı da incelemeden kapıyı kapatıp çıktım. hiç girmemiş gibiydim o odaya, onlar da bir süre sonra bir zamanlar o odaya girmiş olduğumu unutacaktı. istediğim de buydu, bu yüzden odaya bir kez daha girmek yerine kapıda beklemeye başladım. çok geçmeden kulüp başkanı minho koridorun ucunda gözüktü. elindeki birkaç kağıdı karıştırıyordu, kapıya ulaştığında yaslandığım duvardan ayrılıp ona doğru ilerledim.
"beni çağırmışsın."
bakışlarından ufak bir şaşkınlık geçti, anlıktı, "neden içeride beklemedin?" dedi kapıyı açarken. cevap vermedim, o da odaya adımladı. içerideki üçlü bakışlarını üzerimizde gezdirirken gerginlikten bir titremediğim kaldı ama yansıtmadım. yansıtmamaya çalıştım. "nerelerdesin sen?" dedi minho. kağıtları masaya bıraktı. "şu üçü de hiçbir şey söylemiyor. sun jung nerede diye sordum, ölmüşsün gibi tepki verdiler."
"buradayım," dedim. "ama kulübe gelemem, ilgilenmem gereken bir kulüp daha var."
minho bakışlarımdaki kararlılığı, duruşumdaki bükülmeyi görünce fazla uzatmadı. "sonra konuşuruz," dedi ben de yalnızca başımı salladım.
kulübün kapısını bir daha açmamak üzere kapadım, üstümdeki bakışların ağırlığını hissedebiliyordum, belimi büküyordu. koridorları geçtim, bana her dönen bakışta gözlerimi kapadım ki görmeyeyim. bir köşeyi döndüm, kulübün odasına yaklaşırken sırtını duvara yaslamış chan ile karşılaştım.
chan o gece rüyama girdi, benimle dikenli bir yolda ilerledi ama bir kez bile şikayet etmedi. yolun sonuna geldiğimizde bana baktı, "vay be," dedi gülümserken. "ne zor bir yolda yürüyormuşsun, üstelik ayakların da kanamış."
sonra rüyamdan uyandım, klasik bir sabahı es geçip koşar adım kulübün odasına girdim. jisung uyanıktı, güneş yeni doğuyordu, gözleri kan çanağına dönmüştü.
"canın mı yandı?" dedim. başını salladı. daha fazla konuşmadım, koltuğun diğer ucuna oturdum, jisung da ben oturur oturmaz başını dizlerime yasladı. jisung'u annesiymiş gibi sevdim, o da kollarımda ağladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
love poem | bang chan
Fanfiction"göğsümde özenle bir kuş büyüttüm. onu besledim, onu sevdim. zamanı gelince dışarı çıksın, sevilsin, özgürce dolaşsın ama sonunda bana dönsün istedim. beni terk etmesin istedim. onu bıraktım, gitmesine izin verdim. sonra ne oldu biliyor musun, chan...