beach house - space song
"sen hiç mi savunmazsın kendini?" dedi chan yürürken koridorda. sesi boş koridorda yankılanıyor, duvardan duvara çarpıp bir tokat atıyordu yanağıma. bense öylece oturuyordum yerde. soğuk zemin içimi üşütüyordu ancak insan bir hisle dolup taşarken hissedemez soğuğu.
buraya, bu âna nasıl geldik?
anlatması pek de zor değil.
en baştan başlayacak olursam, kulübün elimden kayıp gidişinin üstünden tam bir hafta geçmişti. bang chan o günden sonra beni incelemeyi kendine bir görev edinmişti. gün içinde jisung ile beni sık sık ziyaret etmeye başlamıştı, geceleri ise herkes gibi uyumaya gidiyordu.
herkes gibi ama benim gibi değil.
ben odama ulaşır ulaşmaz üstüme paçavra diyebileceğiniz kıyafetleri geçiriyor ve uzanıp tavanı izliyordum. yorganın altından çıkmama görevini oda arkadaşım ile paylaşmaya başlamıştık. o, koridorları kıkırdayarak geçiyor ancak odamıza girer girmez suratını düşüyordu.
sorgulamak istedim ancak sorguladığım insan sayısı bang chan ile birlikte ikiye çıkmıştı. bu yüzden oda arkadaşımı kendi haline bıraktım.
o sabaha yorgun gözlerle başladığımda oda arkadaşım bir bavul hazırlıyordu. apar topar hazırladığı bavulu beni endişelendirdi ve kalbime bir kor düşürüverdi ancak ağzımı açıp da ne olduğunu sormadım. o da bana bir şey söyleme gereğini duymadı. bir parça kağıdı masasının üstüne bıraktı, üstüne bir şey bile almadan bavuluyla çıkıp gitti.
nereye gidiyor, diye düşündüm. nereye gider insan bu soğukta?
oda arkadaşım sessiz sedasız çıkıp gidince ben de çıktım örtümün altından. alelade giyindim ve masadaki kağıtlara bakmadan çıktım odadan. nasıl olsa geri gelecek diye düşündüm ve geldi de. o gece ben yatağımda titrerken bu sefer kıkırdamadan girdi odaya. suratı beş karıştı, kendi yatağına yatmak yerine benimkine yaklaştı ve beraber uyuduk.
buraya daha sonra uğrayacağım ve açıklayacağım devamını.
ben odadan çıkıp da adımlarımı okula yönlendirirken bir yandan da kulübü düşünüyordum. bir haftadır pek de uğramamıştım, jisung'u görmek dışında. jisung hâlâ oradaydı ve seungmin ile bir dakikalık görüşmemde de orada olmaya devam edeceğini garantilemiştim.
kampüsün girişindeki güvenlik görevlisi sıcak kahvesini yudumlarken öğrenci kartımı cihaza okutup içeri adımladım. kampüs dışarıdan daha güvenli geliyordu bana ama bazen bilemezsin. bazen çok erken konuşmamak gerekir.
çantamı gireceğim ilk dersliğe bıraktıktan sonra adımlarımı bu sefer de bir otomata yönlendirdim. tek amacım saatlerdir bir şey geçmeyen boğazımı sıcak kahve içip rahatlatmaktı ancak otomatın hemen yanında bekleyen üçlü, bu günümün pek de kolay geçmeyeceğini bana bildirdi.
ilk defa, kaçmak istemedim ve otomata tuşladım istediğim içeceğin numarasını.
ancak bazen kaçsaydım derim.
"sun jung,"
bu sesi biliyordum. bilmemem imkansızdı çünkü rüyalarımda istemeden affediyordum.
"efendim," dedim ben de. çünkü ardıma bakmadan kaçıp gidemedim. telefonum çalıyormuş gibi yapamadım. koridorda bir tanıdık göremedim çünkü birkaç kişi bizi izliyordu.
"kısa keseceğim," dedi. "minho konuşmuyor bizimle, ona bir şey mi dedin?"
kahve gürültülü bir şekilde dolmaya başladı kağıt bardağa. hatta bardak biraz büzüldü, dökülecek dedim içimden. keşke almasaydım bu kahveyi. üstelik midem de boş, rahatsız hissettirecek diye düşündüm.
"demedim," dedim. kahveye uzandım. karton bardak parmak uçlarımı yakarken tahminlerim doğru çıktı. bardağın altındaki ufak bir delikten kahve dökülmeye başladı.
"demesen iyi olur," dedi jeon joo.
kahve döküldü.
kahve döküldü bak, parmağım da yandı ama içemedim kahveyi. parmaklarımı yaktı ama içemedim, bu eziyete niye dayandım ki şimdi?
bir şey demeden, daha fazla cevap vermeden karton bardağı hemen yanımdaki çöp kutusuna attım. sıcak kahvenin yaktığı parmaklarım kızarmıştı ancak yapacak bir şey yoktu. soğuk bir suyun altına tutsam iyi olurdu ancak nereden bulacaktım ki şimdi?
derken, ben ellerime bakmayı kesip de başımı kaldırdığımda çevremizdeki kalabalığı gördüm birden. tek tük bizi izleyen insanların bir anda bir yığın olduğunu gördüm.
"kahveyi jeon joo mu dökmüş?" dedi birisi.
"zavallı gibi görünüyor," dedi hemen yanındaki. "kim?" dedi bir oğlan. "kim olacak, sun jung." dedi kız hemen.
"kulübü de gitmiş elinden, duydun mu?"
kahve elimi yakmıştı ama bu sözler kadar değil. belki de koca bir bardak kahve üstüme devrilmeliydi şimdi. belki de kaybolurdum altında ve kimse bakmazdı üstüne kahve dökülmüş birine.
ben cevap vermedim. cevap vermedikçe parmak uçlarım yandı, jeon joo ve arkasındaki ikili de izledi durdu beni.
arkamı döndüm gideyim diye ama gidemedim, arkamda da insanlar vardı.
yaşayacak bir hayatınız yok mu sizin, diye sormak istedim. nedir istediğiniz benim hayatımdan?
konuşmadım, zaten ben konuşamam. birkaç adım attım, ben adım atar atmaz kalabalık aralandı. benim geçmem için sandım ancak başkası içindi. bir haftadır beni gözlemleyen bang chan kalabalığı yarıp da yanıma ulaştı, kıpkırmızı olmuş elimi değil de diğerini tuttu ve uzaklaştık.
şimdi ise buradaydık. revirdeki hemşire yanan parmak uçlarıma biraz krem sürmüştü, kapıda bekliyorduk.
"ne oldu tanrı aşkına?" dedi chan. "seni izledim, belki bana anlatırsın diye düşündüm ancak bana anlatman için yalvarmaktan başka çarem kalmadı."
karşıma geçti, benim gibi yere oturdu ve gözlerimin içine baktı.
"buradan çık," dedim, "merdivenleri geç ve koridora ulaş. sorduğun ilk kişi her şeyi sana eksiğiyle fazlasıyla anlatacaktır."
chan bir süre cevap vermedi, yalnızca yüzümü izledi, sonrasında ise bana daha çok yaklaştı. bir sır vermek istiyor gibiydi.
"ben senden dinlemek istiyorum. gerçeği öğrenmek istiyorum."
ilk kez anlatmak istedim.
ilk kez beni gerçekten dinlemek isteyen birisini gördüm.
ilk kez benim gözümden görülsün istedim ve anlattım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
love poem | bang chan
Hayran Kurgu"göğsümde özenle bir kuş büyüttüm. onu besledim, onu sevdim. zamanı gelince dışarı çıksın, sevilsin, özgürce dolaşsın ama sonunda bana dönsün istedim. beni terk etmesin istedim. onu bıraktım, gitmesine izin verdim. sonra ne oldu biliyor musun, chan...