SWALLOW THE SUN, FIRELIGHTS
HASAT
GİRİŞ
Huzurun uğramadığı, rüzgarın ne var ne yoksa önüne katıp götürdüğü, yağmurun düştüğü yerdeki izlerin hepsini sildiği, karanlığın bir lanet gibi üzerine çöktüğü, çaresizliğin bağrında kana susayan aç kurtların uluduğu, dolunayın en parlak olduğu, sessizliği yaran baykuşların gırtlaklarından yükselen uğultuların etrafa yayıldığı ve sık ağaçların arasından görüş alanını sıfıra indiren sisin yeryüzüne indiği uğursuz bir geceydi.
Kurbağa seslerinin yankılandığı ve üzerinde nilüferlerin yüzdüğü yosunlu gölün kenarındaki evin lambası hâlâ yanmaya devam ediyordu. Evin önündeki tahta iskelenin ucuna bağlı olan ufak sandal, üzerine düştüğü suyu dalgalandıran yağmur damlaları yüzünden suyun üzerinde bir oraya bir buraya savruluyordu. Tepedeki dolunaydan ve evin verandasında yanıp sönen sarı lambadan başka hiçbir ışık yoktu etrafı aydınlatan. Verandanın yanıp sönen sarı ışığının etrafında küçük sinekler uçuşuyor, lambaya çarpıp çarpıp gidiyorlardı ancak lambanın etrafında dönerek uçmaktan da bir an olsun geri kalmıyorlardı. Dolunayın ışığını kesen ve arada yeniden yeryüzüne ışıklarını savurmasına izin veren kara bulutlar, dünyanın düşmanı gibiydi. İyiliğin uğramadığı bir mekandı, göl kenarındaki bu tahta ev.
Derin ve titrek bir nefesi içine çekerken, oturduğu yerde sağ elinde tuttuğu bıçağı sol elinde tuttuğu odun parçasına dokundurdu. Odunun ucunu sivrileştirme işine devam ederken bakışları mutfakta yemek hazırlama girişiminde olan arkadaşının üzerinde git geller yapıyordu. Elindeki odun parçasının ucu git gide sivriliyor, keskin bir suç aletine dönüşüyordu ve bu, ona oldukça zevk veriyordu. Dışarıda yağan yağmurun ve esen rüzgarın sesi adeta içeride yankılanıyor, soğuk, bütün duvarlara tutunup tırnaklarını tahtaya bastırıyordu. Ancak evin içinde yanan şömine ateşi soğuğun duvara tutunmasını engelliyor, soğuk, tırnaklarını gıcırdatarak duvarlardan aşağıya kayıyor, kayboluyordu. Evin tavanında yanan küçük, sarı ampulün cılız ışığı oturduğu odayı yeterince aydınlatmasa da nerede ne olduğunu görmesine yarıyordu ve bundan daha fazlasını istediği de söylenemezdi.
Odun parçasını sivriltmeye devam ederken bakışları odanın köşesinde duran vitrine kaydı. Vitrinin içindeki müzik kutusunda oyalanan bakışları ağır çekimde mutfağa doğru döndü. Arkadaşı hızlıca yemek masasını hazırlıyor, bir yandan da bir şarkı mırıldanıyordu. Gözlerini yumdu, içinde durmaksızın büyüyen kan arzusunun geçmesini bekledi. Lakin bu geçebilecek kadar az etkili bir şey değildi, tüm hücrelerine işliyor, bütün damarlarının içine sızıyor, kanına karışarak beynine, kalbine ve hatta tüm iç organlarına yayılıyordu. Bedeni, ölüme susuyordu. Kemiklerine parmaklarını dolayan ve bir umut bu günahkâr bedenin içinden kurtulmayı bekleyen ruhu ise gözyaşları içerisinde ölümün önünde diz çöküyordu.
İnsan bedeninin celladı olan azrail bu kez bir ruhun celladı oluyordu.
Elinde tuttuğu odun parçasını ve bıçağı oturduğu koltuğa koyarak yavaşça ayağa kalktı, bakışları mutfakta oyalandıktan sonra vitrine doğru yavaş adımlarla yürüdü ve camın önünde durarak vitrinin içindeki müzik kutusuna bakmaya başladı. Hızlıca geçmişe doğru çekildi ve babasının, sırtında parçaladığı o küçük müzik kutusunu hatırladı. Yalnızca müziğini sevdiği ve durmadan kutunun kapağını açıp müziğin çalmasını sağladığı için sırtında parçalanan o müzik kutusunu anımsadı. Müzik hâlâ kulaklarında çınlıyordu, pek tabii babasının kutuyu parçalarken ettiği o hakaretler de. Unutamıyordu, o günü atlatamıyordu bir türlü, atamıyordu o acıyı sırtından ve kulaklarını tıkayamıyordu zihninde yankılanan geçmişin sesine.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HASAT
Mystery / ThrillerCesaretin varsa hemen şimdi oku beni. Görmezden gelirsen kaybedecek bir şeyin olmayacak belki ama ilk cümlemde gezinince gözlerin, anlayacaksın her şeyi. Bu bir hikaye değil sadece. Bu bir hastalık ve bir çözümü yok ne kadar çabalansa da. Wendigo Ps...