Mim... Ne diyeceğim sana? Bu Oblomov var ya... Selim'e çok benzemiyor mu? Ama daha tembel Oblomov. Selim çalışkandı... Evet... Selim çalışkandı. Yatağına uzanmış Oblomov'u okuyordu. Kimseyi umursamadan. O kadar ses vardı koridorda. O hiç kimseyi duymuyordu. Kendi dünyasına dalmıştı yine. Hayalperestli Günler yaşıyordu onun deyişiyle. Bu günler onun artık sık sık yaptığı bir rutin haline gelmişti. İnsanların davranışları hoşuna gitmediği zaman kendi kabuğuna çekilir, kendi zihninde gezinirdi. Ya kitap okur, ya resim çizer ya da telefonundan sanat ile ilgili her şeye bakardı. Sevdiği her şeyi kaydederdi. Bu zamanlarında kimse ile hiçbir şey yapmak istemezdi. Defne ile Ülkü onun bu halini bildiğinden ona dokunmadan kendi aralarında takılır, ona hiç seslenmezlerdi. Maya, çünkü onlara kitap okurken, resim çizerken kendisine dokunmamalarını rica etmişti. Onlar da bu ricasını kırmamışlardı. Sonuçta Ülkü ve Defne de kitap okumayı çok seviyordu. Üçü kitap kardeşiydiler. Bazı kitapları ortak okuyup sonra da ayda bir gece onu uzun uzun konuşurlardı. Sıra Oblomov'daydı işte. Tutunamayanlar'dan sonra Oblomov. Yani Maya'ya göre aralarında okuduğu kitaplar ona göre hiçbir şey gibiydi. Aslında öyle değildi ama ortak yorumlayacakları kitap Oblomov'du Tutunamayanlar'dan sonra. Maya'ya en zevkli gelen şey buydu. Geçen ay kararlaştırmışlardı. Ve arkadaşları da bunu seve seve kabul etmişlerdi. Ama... Tutunamadı Oblomov'a. Çünkü İlya İlyiç ona göre çok tembel ve miskin bir karakterdi. Bu onu çok olumsuz etkiliyordu. Ödevlerini yapmak bile ona zor gelmişti. Bırakmak istedi. Daha sonra okurdu belki ama şimdi ona gerçekten hiç iyi gelmiyordu. İlya İlyiç'in miskinliği ona da geçiyordu. Kapattı kitabı. Derin bir nefes aldı. Oblomov onu sarsmıştı. Okuyamayacaktı şimdi. Başka bir kitaba geçmek istedi. Başka bir Oğuz Atay'ın felsefesini anlayabileceği kitap bulacaktı. Ama Oblomov'u da okumalıydı.
Kendini illa ki birilerine ispatlamak zorunda değilsin. Kendini kendine ispatla -kendi potansiyelini bul ve ona göre harekete geç- yeter. Maya ara sıra kendisini başkalarına ispatlamak zorunda hissediyordu. Bu huyundan nefret ettiği kadar hiçbir huyundan nefret etmemişti. Ama bir sebebinin olduğunu da biliyordu. Her ilişkide -arkadaş- başlarda sevilse de sonradan hep dışlanmıştı. Hep kıskanırlardı onu. Başarılıydı çünkü. Çalışkandı. Başarılı insanlar hep kıskanılır. Onlara özendikleri için ise hep dışlanılırlar. Yalnız kalmaya mahkumdurlar. Mim... Ama ben yalnız değilim? Arkadaşlarım var yine de. Onlar senin ödülün şimdi. Yalnızlık getirdi sana onları. Sen onlarsız yaşamaya alıştın şimdi. Yani artık onlarsız yaşamayı da biliyorsun. Onlar her zaman yanında olmayacaklar. Sen kendi yalnızlığınla iyi dostsun artık. Hatta o artık senin ailen. Anlamıyorum Mim. Neden bunları bana söylüyorsun? Yalnızlığa alışkanlığını terk etme küçük. Eğer kaybedersen tekrar yalnız kaldığında çok acı çekersin. Her zaman böyle midir? Her zaman böyle küçük. Her zaman yalnız kalmaya mahkum edildiğinde insan acı çeker. Ama bilmezler onlar yalnız olmadıklarını. Öyle sanırlar. Ama bir bilseler onları tek seven varlığın Allah olduğunu... İşte o zaman yalnızlığı dert etmez kimse. Yanlarında dünyanın en güzel varlığı vardır çünkü. Onları sadece O'nun yarattıkları - insanlar - terk eder. Maya dalmıştı yine. Mim'i artık dinleyemeyecek kadar yorulmuştu. Şimdi ise yine yeryüzündeki mimarların tasarladıkları binalar meşgul ediyordu artık.
Önce aklına Frank Llyod Wright geldi. Onun Şelale Ev'i... Doğanın içinde kayalar, yeşillik ve şelale ile bütünleşmiş olan Şelale Ev. Sanki Frank Llyod Wright saklamak istemiş onu tabiatın içinde. Kimse görmesin onu. Tabi... Bir de doğaya saygı duymuş. Bir düşünsenize... Tabiatın renginden bambaşka bir renk... Hiç hoş değil arkadaş. Ben sevmedim. 'En sevdiğin mimari eser ne?' deseler ben Şelale Ev derim. 9 ay uğraşmış tasarlamak için. Buna değerdi tasarladığı. Yanına geldiklerinde gösterebilecek bir projesi yokmuş öncesinde. 9 ay boyunca bunu tasarlayabilmek için uğraşmış.
Sonra... Aklına hayali, mimar bir karakter olan Howard Roark geldi. Onun binaları... Onlar biraz daha teknikti. Ama olsundu. Hayalinde bir bina canlandırmıştı hani? Küçük bir konut... Paralel yere dik uzanan çizgilerle oluşan aynı şekilde camları da çizgisel olan bir konut. İçeriye giren güneş ışınları da her açıdan paralel bir şekilde süzülüyordu. Bu evi sevmişti Maya. Kaçıp uzaklaşmak istiyordu arada. Bulunduğu ortam ona göre değildi sanki... O bu dünyaya ait değildi. Maya çizgisel paralelleri ağaçların dallarının renginde yapmak istedi. Bir ormanın içinde. Camdan da ağaçların yaprakları, yeşillikleri yansıyacaktı. Doğanın içinde kaybolacaktı. Daha değiştirdi belki kafasında ama bu şimdilik tüm bu gürültüden uzaklaşmak için içinde kendisini hayal etmesi bile yetmişti.
Bu hayal sürecinden nasıl çıkarız? Yok mu bunun bir çözümü? Yok gibi... Ama hayalimde canlanan her şeyi de karıştırır oldum. Hepsi birbirine girdi. Kördüğüm gibi... Dolandıkça dolanıyor. Bağlandıkça bağlanıyor... İşin içinden çıkamıyorum Mim. Bu düşünmek ne ciddi bir işmiş... Anlayamadım gitti. Düşün düşün yine bitmiyor. Maaşa bağlasalar bari. Düşünmek mühim mesele... Kimse yapamıyor. Benim kadar düşünen yoktur bu memlekette...Yani benim kadar her şeyi irdelemeye çalışan başka kimse yoksa tabii...
Düşünme hakkı diye bir insan hakkı da olmalı değil mi? İnsan Hakları Yasasına eklenmeli bu da. Düşünme hakkı yaşama hakkından sonra gelmeli. Herkes doğduğu andan itibaren her nasıl oluyorsa bu insanları düşüncelerinden uzaklaştırıyorlar. Düşünmeyi düşünmeliyiz. Oblomov gibi geviş getirmeyelim ama hayallerle. O sadece düşünüyordu. Yaptığı başka bir şey yaptığı yoktu. Düşünmeliyiz. Ama düşündüklerimizi harekete geçirmeliyiz. Pişman da olmamamız gerek. Düşünüp tartarız önce. O zaman harekete geçeriz canım. Hemen harekete geçelim demedim.Ama şu da var değil mi:
Hakkımızı da savunamıyoruz... Hep bir nedenlerden dolayı susturuluyoruz. Sadece düşüncemizde savunuyoruz. Ama gerçekte sesimiz çıkmıyor. Çıksa bile karşı taraf bağırarak susturuyor efendim. Hani insanlar birtakım haklarla doğuyordu. Bunların en önemlileri yaşama ve düşünce özgürlüğü değil mi? İstediğimizi söyleyemez miyiz? Nerde hak hukuk o zaman. Söyleme hakkımız yoksa yaşama hakkımız da yok. Bu hayat bize fazla... Tutunamayanlar'a daha çok fazla. Bak Selim'e... O da bizim geçtiğimiz yollardan geçmedi mi? O da bizim gibi böyle eriyip gitmedi mi topluluktan?
Çok büyük fikirlerim var Mim... Beni uyutmayacak kadar büyükler. Giderek de büyüyorlar. Mesela T Cetveli Koruma Cemiyeti açılmalı. Gizli örgüt bu tabiî: Aslı, İNSANKALBİKORUMACEMİYETİ. İnsanların kalbinin kırılmasından belki kurtulabiliriz. İnsanların kalbi T cetveli gibi Mim. Hemen kırılıveriyor en ufak darbede.
Her sabah yeni farkedişlerle açıyorum sanki gözümü. Ben ısrar edilince, kalbim kırılınca, bana kötü şeyler anlatılınca, sürekli ne yapmam gerektiği söylenince soğuyormuşum insanlardan. Onu fark ettim. Kendimi mi tanıyorum ne? Bende beklenmedik bir gelişme. Çok ani oldu bu. Onları sevsem bile soğuyorum işte. Sevgim de azalmıyor. Tek başıma acı çekiyorum. Onlara ses etmeden... İşte böyle... Sonumuz hayrola...
Vicdanım da rahat değil hiç... Sevdiklerimi yarıda bırakmak zorunda kalıyorum. Bu yüzden de huzurum yok oldu. Hayat gerçekten çok zor.
11. sınıftaki kendime küstüm ayrıca. Anlamıyorum diye yarım bıraktığım bir Tutunamayanlar vardı çünkü. 2 yıl sonra okudum baştan. Şimdiki benim o. 11'deki ben yarım bıraktığıyla kaldı. Ona kırgınım. Kızgınım. Oğuz Atay yarım bırakılacak bir yazar mı canım?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MmrMaya
FanfictionTutunamayanlardandı o. Hayata değil insanlara. Selim Işık hayranıydı. Oğuz Atay'ı çok sevmişti. Hayatı ve kendisini sık sık sorgulardı. Tutunmaya çalışırdı bir yerlerden... İnsanlar fırsat verirse tutunacaktı. Bir de... Aklında çocuklar gibi uydurdu...