Buradan art niyetiyle mutlu olan insanlara sesleniyorum: kendinize gelin! Yeter artık şu masum insanları üzdüğünüz. Zevk mi alıyorsunuz? Hiç mi vicdanınız sızlamıyor? Aaa doğru, sizde vicdan ne arar? İnsanları dış görünüşleri ile, hal ve hareketleri ile, tavırları ile, giyimi ile, yürüyüşü ile, konuşma şekilleri ile, mimikleri ile... Kısacası yaptıkları ile yargılamak hoşunuza gidiyor bakıyorum da.
Küçük de olsa bir beyniniz olsaydı karşınızdaki insanın özünde iyi olup olmadığını düşünürdünüz. O bile yoksa sizlere daha fazla vakit harcamamayı ve susma hakkımı kullanmayı tercih ediyorum. Bu lafım sadece ön yargıları ile kendini sürekli öven insanlaradır.
Af edersin değerli okucuyum. Neden bu bölüme bu şekilde bir başlangıç yaptım ve neden böyle isyan ettim bilmiyorum. Sadece konsepte uygun başlamak istedim. Bu bölümün konusu, ön yargı ve insan ayrımcılığı. Hemen değinelim. Çevrende hiç kötü insanlara rastladın mı? Ya da onlarla göz göze geldin mi? Muhakkak rast gelmişsindir onlara. Aslına bakarsan herkes iyidir, hatta rastladığın kötü insanlar bile. Kimse kötü olarak dünyaya gelmez. Ama muhakkak geçmişinde yaşadıkları kötü şeyler vardır.
Mesela okulda müdür yardımcısı Sefer Hoca için "Bu hoca neden bu kadar çok bağırıyor?" gibi sorular soruluyor. Bizzat ben şahit oluyorum bu tarz şeylere. 11. sınıf hayatımda tanıdığım bir hocanın bağırıp çağırdığına şahit olduğuma yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Sana inanması zor gelebilir ama Sefer Hoca da iyi biridir özünde. Lakin öyle öğrenciler karşısına çıkıyor ki iyi niyetini suistimal ediyorlar. Bunu zaten söylediğimi hatırlıyorum. Bu yüzden sen sen ol, insanlara ön yargı ile bakma.
Sana iyi niyetiyle gelen birine tıpkı gözüne biber gazı sıkarmış gibi acı verme. Aksi halde zararlı sen çıkarsın. Gelelim diğer konuya, ayrımcılık. Kimi insan gerçek hayatta ayrımcılık kurbanı olur, kimi insan ise sosyal medya denilen bir boş mahzende. Ben daha çok sosyal medyada ayırt edildim. Beni sevdikleri halde sosyal medyada beni takip etmemelerini anlamış değilim. Ben takip ettiğim halde benim isteğimi bekletenleri de anlamış değilim. Sen sevdiğin bir arkadaşını gözümün önünde takip et, bana sıra gelince "İnternet yok" bahanesine başvur. Aynen kanka. Aç kapıyı aras kargo. Ay hoşt ulan, yok öyle dünya.
Seviyorsan isteğini bekletme, geri takip yap. Çünkü insan sevdiği için çiğ tavuk bile yemeye razıdır. Bu sözüm... Neyse adını bile anmak istemediğim birine armağan olsun. Nereden mi? Okuldan. Sana bir şey söyleyeyim mi? Zengin ve kibirli bir insan, anca kendisi gibi zenginlerin halinden anlar. Yani cebinde yoksa beş kuruş, kimse seninle arkadaşlık falan kurmaz. Milli Piyango'da büyük ikramiye sana vursun, herkes senin dostun olur.
Bu sadece dostlar için değil, aynı şekil sevgililer için de bu durum söz konusudur. Böylesine art niyetli insanlar için dış görünüş ve para ön plandadır. Her varlıklı ve zengin insan için bunu söylemek yanlış olur elbette. Lakin zengin olup başkalarını küçümseyen ve kendi gibi insanlarla samimiyet kuran kimseden sana hayır gelmez.
Daha biraz önce dış görünüşün de o art niyetli insanların gözünde ön planda olduğunu söyledim. Bununla ilgili kendi yaşamış olduğum örnek bir hikâyem var. Örnek diyorum çünkü bu tarz olayları çok yaşadım ve içlerinden sadece şu yaşamış olduğum hikâyeyi seçtim:
Dersteydik, dersimiz Din Kültürü dersi idi. Bana "O, bu, şu" diye hitap ettiğini iddia ettiğim arkadaş, derste af edersin "Motor Neriman" gibi öyle gevezelik ediyordu ki, artık hoca buna dayanamayıp o arkadaşı benim yanıma yani en öne (hoca onun sonraki hal ve hareketlerini takip etsin diye) oturtmak istedi. Ancak öyle bir şey söyledi ki; resmen ağzım açık ve dobra tümcelerim sessiz kaldı. Derste "Hocam, bir arkası olur, iki arkası olur ama onun yanı olmasın" deyince, söyleyemediğim tümce "Ulan benim sana zararım mı var? Ben ne yapabilirim ki sana?" olarak kaldı. Çünkü o arkadaşımı üzmek, kalbini kırmak ve kendimden uzaklaştırmak istemedim.
Anlayışlıydım. Bir nebze olsun anlayabiliyordum. Çünkü kim olursa olsun kalp kıracak kadar düşmedim. Şayet kırıcı bir cümle söyleseydim, benim de ondan bir farkım olmayacaktı. Öte yandan benim için kalp kırmak, kâbeyi yıkmak gibidir, kalp onarmak ise kâbeye gitmek gibidir. Ama şunu da unutma. İlla herkesi sevmek, kalbini onarmak veya kırmak, samimiyet kurmak, onlara kendini kanıtlamak ve ifade etmek zorunda değilsin.
Sevilecek insan başka, kalp onarılacak insan başka. Ama sen yine de en iyisi elinden geldiğince kalp kırmaktan kaçın. Çünkü hep söyledim ve yine söylüyorum. Ölüm var ve saati yok. Bu sözümü ister kulağına küpe, ister koluna bileklik, istersen de çantana fermuar aksesuarı yap, yeter ki unutma. Şimdi diyeceksin ki "Ne olmuş sanki sana o, bu, şu diye hitap etmişse? Dünyanın sonu mu gelecek?" aslına bakarsan benim için evet. Benim için dünyanın sonu adeta. Ben bilmeden bir kaktüse sarılmışım da haberim yokmuş. Bu, sert kayaya vurmakla eşdeğer bence. Peki, nedir "O, bu, şu" hitaplarının bendeki önemi ve kazandırdığı dezavantaj?
Bir kere, ben kendime bu şekilde hitap edilmesinden nefret ederim bu birincisi, ikincisi bu hitapların bana kazandırdığı dezavantaj, yok sayılmaktır. Kendimden biliyorum. Çünkü insan "Bu" derken kimden bahsettiğini de söylemeli bence. Fikrimce biri bana bu şekilde hitap ettiği zaman o kişi beni yok saymış olur. Ben işte bu yüzden tepki vermiştim ve bu yüzden hala affetmedim. Ben de zaten onu yok saydım.
Bir kötü anımı daha anlatıp iki cümle söyledikten sonra bu bölümü bitireceğim. Çok uzun tutmayacağım zaten. Çarşambanın çarşafa dolandığı bir günde, okulun son dersinde hoca bizi serbest bırakmıştı. Tabi o zaman ders bilgisayarlı muhasebe idi. Hoca, bizim internette dolaşmamıza izin vermişti (sosyal medya dışında).
O arkadaş da oradaydı ve bana döndü. Bana "Nelere bakıyorsun?" diye sorduğunda ben de "Google görseller kısmına Tumblr Boy yazdım, öylesine onlara bakıyorum" dedim (Aslında sanane diyecektim ama kalbim buna müsamaha göstermiyor). Bana "Onun yerine Tumblr girl yazsana" diyen aynı arkadaşıma dönüp şaşkın bir şekilde "Kanka emin misin? Hoca bizi izliyor, görürse çok kızar" dedim. Ancak sırf "Kanka" kelimesini kullandım diye bana "Kanka mı? Oğlum ne diyorsun, o nasıl bir samimiyet?" dedi.
Her şeyi anladım. Google'daki araştırmalara lafım yok. Ama bana son söylediği "O nasıl bir samimiyet?" cümlesi bana bayağı koydu. Zira herkesle samimi olan insan, hatta uzun süre konuşmadığı bir insanla samimi olan bir insan, ben "Kanka" dedim diye demediğini bırakmadı. Şimdi sen "Sen neden onun dediğini yapıyorsun? Niye onunla hala samimi olmaya çalışıyorsun istemediği halde? Hayatın ona mı bağlı?" diyeceksin, biliyorum. Aslına bakarsan haklısın.
Niye onun için kendi iyi niyetimden harcayayım ki? İnsan yedisinde ne ise, yetmişinde de odur diye boşuna dememiş atalarımız. Şimdi sana psikolog sözlerinden iki tane söylemek istiyorum ve bitiriyorum:
Eğer bir insan ufacık şeyler için bile ağlıyorsa; ya çok yumuşak kalplidir, ya da masum olmasına rağmen suçlanıyordur. Yani bu durum içten bakıldığında, insanların timsah gözyaşı döktüğü anlamına gelmez. İnsanları derinden araştırmadan onlara lakap takma. Hem zaten lakap takmak, karşısındaki istemediği sürece günahtır diye düşünüyorum. İkinci psikolog ise şöyle söyler: Eğer bir insan her şeye çok çabuk sinirleniyorsa; onun sevgiye ihtiyacı vardır. Yani bu durum ise içten bakıldığında insanların bilerek ilgi çektiği anlamına gelmez. Lütfen insanları anlamaya çalışalım. Diyeceklerim bu kadar!
5. BÖLÜM SONU
![](https://img.wattpad.com/cover/283014750-288-k308448.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüya Fotoğrafçısı
NonfiksiHikayede söz edilen şey, yazarın kendi başından geçen dramatik ve trajikomik olaylar söz konusudur