hüzün, sonbaharda düşen ilk yapraktır.
tüm hafta sonu beraberdik, bir an için bile evden çıkmadık. spontane öpücükler, yakın temas, gülücükler. konuşurken uyuklamaya başlayınca minho, ekstrem büyüklükteki kanepeyi açıp bizi de zorla oraya yatırmıştı. sabahına karnımda kafası ile uyandım, bir de kahvaltı hazırlayan hyunjin. şimdi de haftanın ortası, çarşamba günü. ikisinin de dersi öğleden sonra, ben de kargalar bokunu yemeden evden çıktım. biri yurtta, biri sevgilisin evinde. ben kendi başımayım.
tarih dersindeyken birkaç kez telefonum titriyor. zeus'muş. dersten sonra görüşebilir miymişiz, işim var mıymış? var mı işim, yok, evde beni bekleyen biri yok, boş gezenin boş kalfasıyım zaten. onay mesajını atıp derse dönüyorum, odağım sıfır ama devamsızlık yapamam, dersi uzatacak mı acaba bu kadın, öğle yemeğini zeus ile mi yesem, ne konuşacak ki, harbiden, ne konuşacak? birisi daha katil sensin, derse arkadaş demeden dalacağım.
ders biter bitmez dersliği terk ediyorum, kalbim küt küt, banklardan birine çöküp sakinleşmeye çalışıyorum. ceset yine gözümün önünde. görüntü silinmiyor. bu sefer koku da var. duman. kan. jeongin'in cesedinin yanında yanan ateş. ateşin içindeki bir çift eldiven. katilin eldivenleri. polis geldiğinde çoktan yanmıştı, sadece birkaç parça bir şey kalmıştı, onlar da külden ibaret. bulamadılar kim olduğunu. eldivenlere bulaşan kanın kokusu ateşin dumanıyla beraber tüm bodrumda. şimdi yanı başımda, bahçede, oturduğum bankın yanındaki kamp ateşi. hayır, ateş yok, yanlış gördüm, hayır, görmedim, hayalmiş, gerçek değil. hâlâ uyuyor muyum yoksa? bodruma işleyen duman, üstüme sinen is, ellerimdeki kan. mavi gömlek, solmuş lacivert saçlar, papatya.
telefonum çalıyor, titreyen ellerimle açıyorum. "efendim?"
"neredesin?"
"neredeyim? şeydeyim, şeyde..."
"gördüm seni, geliyorum."
"dur! ah, şey... su alır mısın gelirken?"
tamam, deyip kapatıyor telefonu. bankta geriye kayıp başımı arkaya atıyorum. garipsemez galiba beni görünce. garipser mi? yok, alışık o.
yanıma oturan bedenin tanıdık sıcaklığını ve kokusunu duyumsayınca kafamı kaldırıyorum. hoş geldin zeus. bir tek sen hoş geliyorsun zaten.
babasını devirdiği için yunan mitolojisi tanrılarının tanrısının ismini uygun gördüğüm insan. örnek alınması gereken bir yaşamı var kimilerince. kendi ayakları üstünde durabilen güçlü birisi, babasıyla ettiği hem sözlü hem fiili kavgalardan yara bereleri ile birlikte dimdik çıkan zeus.
su şişesini uzatıyor, teşekkür edip alıyorum. etrafa saça saça birkaç yudum içtikten sonra kapağını kapatıyorum. şişe ile oynamaya başlıyorum ama hâlâ lafa girmiyor. "ne konuşacaktın?"
"selamlaşmayacak mıyız? sohbet muhabbet falan?"
"uzatma da söyle."
"çok agresifsin."
vücudumu yan çevirip ona dönüyorum, paketinden çıkardığı sigara dudaklarının arasında, çakmağı çakacak, esen rüzgâr ateşini söndürmesin diye elini siper ediyor. sevgilisi bende ne buldu da onu aldatmaya yeltendi, bilmiyorum. "değilim agresif. söylemiyorsan gidiyorum?" cevap ver be adam. sigarasından derin bir nefes çekip dumanını yüzüme üflüyor, kan kokuyor duman, hayır, kokmuyor, ben öksürürken çıkartıyor ağzındaki baklayı. "minho ile yiyiştiğinizi biliyorum." sigarasını dudaklarından çekip iki parmağımın arasında çeviriyorum, şaşırdım epeyce ama belli edemem değil mi? yaptığını kopyalayıp sigaradan çektiğim nefesi yüzüne üflüyorum. minho gördüğü yerde buselere boğarsa beni elbet birisi görür. aptal minho. "nereden öğrendin?"omuz silkiyor, ne saklıyorsun zeus? "elimde görüntüler var diyelim." sigarayı elimden çekip külünü döküyor yere, bir nefes daha, bu sefer havaya doğru. "chan öğrenmesin." ah, burnundan soluyan ejderhamızı unutmayalım ama değil mi?
chan'a saygım sonsuz, gerçekten. darmaduman olmuş yedi kişiyi bir arada tutmak herkesin yapabileceği bir şey değil. hâlâ bir aradaysak sebebi chan'dır, chan'ın hatrı için her şey. sevgilisinin benle olduğunu öğrense ilk hangimizin pestilini çıkarır düşünmek bile istemiyorum. sevgilisine gerçekten aşık olan tek kişi galiba. sadaket nedir bilen. özür dilerim, chan. suçlu ben miyim? belki. özür dilerim.
"biliyor musun, changbin?" bana uzattığı sigara dalını alıp dudaklarımın arasına yerleştiriyorum. "sevgilini aldatıyorken gelip arkadaşlarının ilişkisi hakkında bana göz dağı verecek konumda değilsin bence." derince bir nefes çekip ona doğru eğiliyorum, şaşkınlıktan olsa gerek açılmış dudaklarından içeri sigara dumanını üflüyorum, burnuna dolan dumanla gözleri sulanıyor, öksürüyor. sigarayı bankta söndürüp izmaritini dibimdeki çöp kutusuna atıyorum. çevre temizliği önemli. "ne saçmalıyorsun sen?" inkar mı edeceksin ya, nerede mertlik, nerede şan şeref? "of be bin, ret mi edeceksin şimdi? hyunjin'i jisung'la aldattığını biliyorum diyorum işte."
"hyunjin'e bir şey söyleyemezsin." tavrındaki ani değişiklik başkasını korkuturdu ama bende işe yaramıyor. "neden? tam şu an gidip konuşabilirim bence."
"hayır," tüm yüzünü endişe bürüyor. "yapamazsın."
"hyunjin'i seviyor musun?"
"evet, seviyorum."
"o zaman jisung ile neden berabersin aptal?" asıl aptal olan benim. sus, sevgili kendim, sus. "bak, çok karışık orası."
ellerimi iki yana kaldırıyorum hızlıca. "tamam, anlatma, duymak istemiyorum. sadece bir dahakine mutfağımda sevişmeyin."
gülüyor, kahkahası yankılanıyor bahçede. içim ısınıyor birden. "changbin."
"efendim?"
"teşekkür ederim."
"hm? ne alaka şimdi?"
tebessüm ediyorum, eve gidince papatya saksısıyla ilgilenmem gerek. "teşekkür ederim işte."
"rica ederim." kafasını kaldırıp etrafı şöyle bir yokladıktan sonra kulağıma eğiliyor. "hyunjin'e söyleyemezsin." ya changbin, hyunjin de seni aldatıyor. "chan'a söylemezsen söylemem."
"anlaştık o zaman." geri çekiliyor. "aç mısın?"
"hem de nasıl."
¤¤¤
mmhhMMMMh kaos
kimin eli kimin cebinde belli değil
binsung da kattım araya
ŞİMDİ OKUDUĞUN
booster [skz]
Fanfictionplanlanmamış kimyasal reaksiyonlar, toplumun etiği, tütsüler, kan ve biraz da papatya. [210903-]