bazen, sadece bazen, bedenimin üstündeki kontrolün tamamen bana ait olmadığını düşünürüm. tanrı iradesi gibi bir şey değil, hayır, daha farklı bir şey. tanımlaması biraz zor, nasıl anlatacağımı bilmiyorum. birisi, hayır, başka bir bilinç beni oradan oraya sürüklüyormuş gibi.
işte en son beş ay önce bulunduğum yere gelişimin sebebinin bu bilinç olduğunu düşünüyorum. kendimde olsam gelmezdim. diyorum ya, mezarına bile gidemedim, cesedini bulduğum yere mi geleceğim? o kadar cesur değilim.
ne zaman merdivenlerden indiğimi, ne zaman kapıyı açıp hiç bozulmamış manzara ile karşılaştığımı hatırlamıyorum, burada ne kadar vakit geçirdiğimi de hatırlamıyorum, buraya hangi yüzle geldim, onu da bilmiyorum. hâlâ kendini belli eden kanın kirli kokusu midemi bulandırıyor, zor bela yukarı, sokağa çıkıyorum tekrardan. gecenin karanlığı beni karşılarken soğuk rüzgâr yüzümü yalayıp geçiyor, ancak kendime geliyorum, telefonumun ısrarla çaldığını da o zaman fark ediyorum zaten.
telefonumu elimde tutarken ağır adımlarla ilerleyip kaldırıma oturuyorum, ellerimin titremesi geçsin de açayım diye bekliyorum ama nafile, geçmiyor. ne zaman titremeye başlamışlardı ki? telefonu açıp kulağıma götürüyorum, oldukça sinirli bir ses öbür uçtan bağırıyor.
"seungmin! neredesin sen? niye cevaplamıyorsun aramalarımı?"
"ben... duymadım. pardon." yalan söylemiyorum, duymadım.
"şaka mı bu?" ofluyor, "her neyse. neredesin? niye gelmedin daha?"
"nereye gelmem gerekiyor?" tamam, yüzünü göremiyor olabilirim ama ifadesini tahmin edebiliyorum. "seung, içmedin, değil mi? sarhoş değilsin?" iç geçirip alnıma düşen saçlarımı geriye iteliyorum. "içmedim, ji. yasak ya hani bana. içmiyorum." gülüyor, o kadar komik olan şey ne? "changbin'in senin üzerindeki etkisi bazen korkutucu oluyor, ama komik de." haklıydı, changbin yasaklamıştı baya baya. tek başımayken içemiyordum.
çünkü sonuçları biraz... beklenmedik olabiliyor.
yumuşamıştı, "neredesin? gelip alayım ben seni. bugün bizde toplanıyorduk ya, unuttun sanırım." unutmuşum. "şeydeyim, şeyde..."
"neredesin seung?"
"jisung, şey işte. of."
"nefret ediyorum senden."
"ben de seni seviyorum."
"ben gelene kadar kıpırdama bir yere." sessizlik. kızdırdım galiba onu. başka biri olsa o da kızardı. yoldan geçen biri de kızardı. arkadaşının öldürüldüğü yere ne diye tek başına, gecenin bir yarısı, kimselere haber vermeden geliyorsun? ne diye geldim ben? bildiğim bir şeyi bilmiyormuş gibi yapmak giderek zorlaştığı için mi? salağa yatmak bu kadar zor olmamalıydı ama suçluluk duygusu beni yitip bitiriyor. hâlâ bir umut kendisi itiraf eder diyorum ama şu an yaşadığı hayattan çok memnun. ya da öyleymiş gibi görünüyor. hepimiz -mış gibi yapıyoruz. mutluymuşuz gibi, keyif alıyormuşuz gibi, o da onu öldürmemiş gibi davranıyor. ve en önemlisi onu öldürdüğünü bildiğimin farkında değilmiş gibi.
sokağın başından teker sesleri duyuluyor, kafamı kaldırıp oraya bakıyorum ama far ışıkları görmeme engel oluyor. jisung gelmiş. tembel hayvanlara taş çıkarır biçimde yavaş yavaş arabanın etrafında dolanıyorum, ön koltuğa yerleşir yerleşmez jisung anayola çıkmak için arabayı döndürüyor. hâlâ dönüp bakmadı bana, gerçekten kızmış.
ama, sanırım, bir anlığına, gözleri üstüme düşüyor, ani frenle yalpalasam da emniyet kemeri sayesinde sabit kalıyorum. "neden durdun?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
booster [skz]
Fanfictionplanlanmamış kimyasal reaksiyonlar, toplumun etiği, tütsüler, kan ve biraz da papatya. [210903-]