acısız lahmacun

126 15 41
                                    

telefonu çalınca minho kollarımdan çıkıp gidiyor, boşluğunu rüzgâr dolduruyor, etrafımı sarıp dolana dolana yukarı çıkıyor, tabii gidecek, sevgilisi aramıştır. "buna bakmam gerek." balkon kapısını açıp içeri geçiyor, dinlememi istemediği fazla belli.

"sorun değil." sanırım burası benim de kalkmam gereken yer, bacaklarım çalışsa keşke. biri kucaklayıp götürse, olmaz mı? olmaz. kimse yok. kimsem yok. çürümüş papatyalar yandan göz kırpıyor bana.

yine de kalkıp içeri giriyorum, bir bardak suyu ağrı kesici ile birlikte mideme yolladıktan sonra buzdolabının dibine çöküyorum, aç karnına ilaç içmek ne kadar doğru bilmiyorum ama ihtiyacım var, minho içeride, salonda, ejderha ile konuşuyor. öfkelendiği zaman küplere binen ejderha. onu aldattığını öğrenirse minho'nun burnundan fitil fitil getirecek olan ejderha. bana ne canım, ben mi aldatıyorum sevgilimi? minho düşünsün.

telefon rehberinde gezindikten sonra numarasını bulup arıyorum, hemen açıyor telefonu, en sevdiğim huyu bu sanırım, beni görmezden gelmiyor.

"efendim?"

"konuşmamız lazım." sadede gelmek lazım, uzatırsam bahsini bile açamam.

"kabul et." o kadar rahat söylüyor ki bunu, gündelik bir şeyden bahsediyormuş gibi. ısırmamız gereken bir elmayı ısırmışız, üstüne üstlük elma çürük, ama akıllanmıyoruz hâlâ. "kabul mu edeyim?"

"minho konuştu benimle." dışarıda, araba sürüyor, oysa kaç defa söyledim araba kullanırken telefonla ilgilenme diye. "peki o zaman." bana ne istediğimi niye sormuyorsun?

"geleyim mi yanına?" gelme. minho ile konuşmam gerek daha. bir de seni kaldıramam. "iyi olur." hayır, olmaz, çok garip bir ortam olacak.

"tamam, bir saate oradayım." çabuk gel. "bekliyorum." beklemiyorum.

ben ayağa kalkmışken minho da mutfağa geliyor, yanından geçip odama gidiyorum, bakışlarını sırtımda hissediyorum ama dönüp bakmıyorum. telefonumu yatağa fırlatıp ceketimle kapıya doğru gidiyorum. "nereye?" sana ne, ben sana soruyor muyum her şeyi? "sahile." denize. ayakkabılarımı giyerken söylenmeye başlıyor. vay efendim, akşam vakti dışarı mı çıkılırmış, hava soğukken evde durmaktan iyisi mi varmış, falan filan. denizi olan her yer evim benim. uzamış saçlarımı geriye tarayıp kapüşonumu geçiriyorum. "kabul ediyorum teklifini. hyunjin gelince haber verirsin." ben ediyorum, biz ediyoruz değil.

"dumanla mı?" elinde salladığı telefonumu gözüme sokuyor, hangi arada derede gittin ki odama? "unutmuşum." yalan söylediğimi anlamaz umarım. ama anlamıştır büyük ihtimalle. ciğerimi biliyor maalesef.

cevabını beklemeden kaçıyorum, korkuyorum çünkü. telefonun cebimdeki ağırlığı tanıdık. akışa bırakmak istiyorum ama kontrolden çıkarsa diye ödüm kopuyor.

geride ne bıraktım bilmiyorum, minho rahat durur mu bilmiyorum, hyunjin ne zaman gelir bilmiyorum, döndüğümde -eğer dönersem- onları bir ön sevişmenin ortasında bulur muyum bilmiyorum. kim olduğumu da bilmiyorum. niye arkadaşlarımla düzenli (ve gizli) bir yatak ilişkim var onu da bilmiyorum. tenime değen her elin sahibine aşık olma eğilimine neden sahibim bilmiyorum. duygularım neden lafta kalan basit şeyler değiller, onu da bilmiyorum. keşke lafta kalsalar. aşık oldum, diyip ertesi gün unutabilsem keşke. ama yapamıyorum.

sahil kenarında banklardan birine oturmuşken küçük bir kız geliyor yanıma. üç dört yaşlarında falan. pamuk şeker uzatıyor bana. "ister misin?" küçük bir çocuğun şekerini çalacak değilim. "hayır, teşekkürler." ısrarla uzatıyor. "alsana!" babası olduğunu düşündüğüm kişi geliyor yanımıza. "rahatsız ettiyse kusuruna bakmayın. hiç sevmez pamuk şekeri ama almak istedi, size vermek istemiş." düşen çenemi kapatıp kıza dönüyorum, banktan kalkıp yanına çöküyorum, soğuktan kızarmış minicik eldivensiz ellerini avcumun içine alıyorum. "bana mı aldın sen?" daha yeni ağladım, ağlamak istemiyorum, n'olur. evet, der gibi başını sallıyor, pamuk şekeri alıp paketini açıyorum. "teşekkür ederim." uzattığım şekeri reddediyor ama ben bitirene kadar bekliyor. "mutlu musun şimdi?" n'alaka ya. "anlamadım?"

booster [skz] Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin