uykuya daldığı an kalkıyorum, etraf kararmış, tüm salonum lavantaya bulanmış, pencereleri tek tek kapatıp perdeleri çekiyorum, uyudu mu uyanmaz şimdi o, tüm evi dolaştıktan sonra salona geri dönüyorum, düşük omuzlarım ve kambur bedenim bana yardımcı olmuyor, vücudum ağrıyor, üstünü örtüp balkona çıkıyorum.
akşam karanlığı çökmüş balkonda, fesleğen saksılarının yanına çöküyorum. üstümdeki tişört beni soğuktan korur mu kestiremiyorum, soğuk zemin, sırtımı yasladığım pürüzlü duvar, sokak lambalarının ışığı asfalt yolda gölge oyunları yapıyor.
mayıs ayı, bahar çoktan gelmiş, hatta veda etmeye hazırlanıyor. sekiz kişi beraber vakit geçiriyoruz, hiç pürüz çıkmadan eğleniyoruz, fırtına öncesi sessizlik misali hiçbir sorun çıkmamış. kaos mektubunu getirecek postacı hâlâ yolda. evlerimize dağılıyoruz, ne olduğunu hatırlamıyorum ama başka bir işim var o gün, eve gitmiyorum. keşke gitseydim. prensimi bir başına yolluyorum eve. gece vakti döndüğümde evde bulamıyorum onu. sonra bir mesaj geliyor telefonuma. bir konum. prens atmış. detay olmaması içime kurt düşürüyor, ben de şehirlilerin unuttuğu kenar mahalleye, eski apartmana gidiyorum. bodrum katında bir ceset karşılıyor beni.
jeongin'in cesedi.
deşilmiş karnından akan kanın oluşturduğu gölün içinde sol kolu ondan bağımsız şekilde bir yanda yatarken sağ kolu karnının üstünde. yaraya baskı yapmaya çalışıyor. gözleri açık, ama cansız. içi gülen gözleri sönük. göğsünün üstünde bir dal papatya var.
gerisini hatırlamıyorum, kesik kesik anılar. jeongin bir şeyler söylüyor ölmeden önce. bir isim. katilinin ismi. hatırlayamamak beni öldürüyor. kanamayı durdurmaya çalıştığımı hatırlıyorum, ellerimin kana bulandığını, papatyayı avcumun içinde ezdiğimi, cesedin üstüne kapanıp çığlık attığımı.
benden hemen sonra prenses gelmişti. cesedi görür görmez tir tir titremeye ve ağlamaya başladığını hatırlıyorum. bir de orada bulunan tek kişi benim diye beni katil olarak gösterdiğini. "o yaptı!" bıçağı elime almasam belki de beni hiç suçlamazdı bile. niye bıçağın elimde olduğunu ben de hatırlamıyorum. ya katil bensem düşüncesinden o kadar korkuyorum ki bazen. tek güvencem eve gittiğimden emin olmam. önce eve geldim. önce ev.
neden bana değil de prensese inandılar, bilmiyorum. onla beraberlerdi, hiçbiri yanıma gelmedi. kimse bana 'iyi misin?' diye sormadı. en yakın arkadaşım son nefesini gözlerimin önünde verdi ama kimse nasıl olduğumu umursamadı.
ağlamadığım içindir belki de. hiç ağlamadım. ağlayamadım. cenaze törenine gitmedim, mezarını da ziyaret etmedim. tuttuğum yas eksikmiş gibi hissettiriyor. ama yemin ederim jeongin, kederim asılsız değil. çok özledim seni.
bir damla yaş göz pınarlarımdan fırlayıp yanağımdan aşağı kayıyor, tuzlu su kurumuş dudaklarımla buluşuyor. elimi ağzıma kapatıyorum, ağlıyor muydum? ağlıyordum sanırım. taşıdığım yük bedenime ağır gelmiş olmalı artık. ya da veda habercisi. tekrardan ağlayabildiğim için mutluyum ama jeongin'i özlüyorum diye de kahroluyorum. ne olurdu ki burada olsan?
kapıyı açıp içeri giriyorsun şimdi. "yemek hazır." evimizin aşçısı. "hem, durma böyle burada. hasta olursan bakmam bak." bal gibi de bakarsın.
bakardın, artık yoksun, yapamazsın.
kafamı duvara yaslayıp aşağı doğru kayıyorum, içimde tutamadığım hıçkırıklarım sokağı inletiyor. taş da toprak da, kedi de köpek de ben konuşayım diye susmuş sanki.
kapı açılıyor ama bu sefer dönüp bakmıyorum, hayalini görmekten çok sıkıldım, sen değilsen ne anlamı kalıyor ki?
"hey."
burnumu çekip başımı kaldırıyorum, muhafız tepemde dikilmiş, uzun süre sonra ilk defa gözlerinde endişe görüyorum. dağılmış saçları alnına dökülüyor, favorileri uzamış, gözleri kısık ve tepeden bana bakıyor. ya tekrardan beni umursamaya başladı ya da o kadar berbat bir hâldeyim ki insancıl duyguları sağ olsun bana acıyor. büyük ihtimalle burnum kızarmıştır, dudaklarım titriyor ve hâlâ hıçkırıyorum. dört ayın acısı fena hâlde çıkıyor. diz çöküp yüzümü avuçluyor. "neyin var?" cevap veremiyorum, konuşmak için nefesimi bulmam lazım ama hızla inip kalkan göğsüm önüme taş çıkarıyor. nasıl sakinleşirim bilmiyorum, daha önce hiç bu kadar kötü bir duruma düşmemiştim, hele ki başka birisinin önünde.
neden muhafız diye seslendiğimi biliyor musunuz? çok bir esprisi yok aslında, isminde saklı, bizim muhafızımız, kocaman kanatları altında bizi saklayan kişi. prenses feminen giyimi yüzünden türlü türlü zorbalığa uğrarken o çıkıp kurtarmıştı onu. paten sürmeyi bana o öğretti. perinin depresyonu yenme sebebi o. hiçbir zaman esirgemedi yardımını. sevgisi o kadar saf ki. keşke aynısını hâlâ hissedebildiğimi söyleyebilsem. ama hayır, galiba benden nefret ediyor.
ben hâlâ nefesimi bulmaya çalışırken incecik dudaklarını kapatıyor dudaklarımın üstüne, farkında olmadan nefesine ayak uyduruyorum. buram buram klişe kokan bir sahne ama çok mutluyum, muhafızın yanında tekrardan güvende hissediyorum tam şu an.
yavaş hareketlerle uzaklaşıp dudaklarını yalıyor, yanaklarımda kurumuş göz yaşları, iç çekmelerim ve aynı ritimle inip kalkan göğüslerimiz. kendime verdiğim monroe doktrini misali yalnızlık sözümü bozup kollarımı boynuna sarıyorum, çekinmeden sırtımda yer buluyor elleri. bunun için yaratılmışız gibi bedenlerimiz birbirine uyuyor. bırakmaya niyetim yok, aylar sonra ağlayabileceğim bir omuz bulmuşken bırakır mıyım hiç? o ne düşünüyor acaba, hareketlerime anlam verdiğini söyleyemem ama sorgulamadan kabullenmesi müthiş hissettiriyor. epeyce bir süre bu histen uzak kaldım ve muhafız, benim için bedevinin çölde bulduğu bir tas su.
"minho," derin bir nefes alıyorum ciğerlerimi şişirerek, söylersem her şey daha kolay olacak. "ben yapmadım, biliyorsun, değil mi?" söyleyemedim.
"biliyorum."
¤¤¤
bir bölümde iki reveal bum
ŞİMDİ OKUDUĞUN
booster [skz]
Fiksi Penggemarplanlanmamış kimyasal reaksiyonlar, toplumun etiği, tütsüler, kan ve biraz da papatya. [210903-]