alışkanlıklar

128 16 62
                                    

gecenin bir yarısı, kimseler yok. zaman ve mekandan bağımsız bir yerdeyim, nerede olduğumu kestiremiyorum. etrafıma bakıyorum ama tanıdık hiçbir şey yok. bir şey damlıyor. suyun nereden geldiğini göremiyorum. bir adım atıyorum, bastığım yer kan gölü. minik göletler devam ediyor, göletlerin ucunda bir ceset yatıyor. gözleri hâlâ açık, vücudu hâlâ sıcak, neredeyse canlı. gözlerini kapatmak için ellerimi öne uzatıyorum, elime bulaşmış kanı da o an fark ediyorum. dehşete kapılıp geri adım atıyorum. "ben değilim." öksürmeye başlıyorum boğulacakmışım gibi. iki büklüm olduktan sonra kan kusuyorum göletlerin üstüne, kanım kanına karışıyor. "yemin ederim ben değilim." bacaklarım beni taşıyamayınca dizlerimin üstüne düşüyorum, yine kan. aldığım her nefese bedel olsun diye verdiğim her nefes bir parça daha kanımı çalıyor. göletcikler büyüyüp tek bir gölet oluyor, yığılıp kaldığım yerde tüm vücudum kana bulanmış.

"ben değildim!" derin bir nefes, hırıltılı boğazım, alnımdan akan terler, dimdik gerilmiş sırtım, titreyen kollarım. kabus görmüşüm. gerisin geri yatağa atıyorum kendimi. ne diye uyuyamayacağımı bile bile yatağa giriyorsam? daha güneş bile batmamış.

hâlâ daha ter içinde uzanırken zil çalıyor. siz de iyice yol geçen hanı ettiniz burayı canım, eviniz mi yok? hafta sonunu burada geçirmek için gelen iki kişi olabilir: eğer oysa, zile basmaya devam edecektir; değilse, kapıyı açıp girecektir zaten.

birkaç saniye sonra anahtar sesi duyuluyor, ayakkabılarını çıkartıp eline alıyor, kapıyı kapatıp ayakkabılarını da girişe bırakıyor. anahtarlığını şıngırtada şıngırtada buraya doğru yürüyor. sol kolum gözlerimin üstünde, yatağın tam merkezindeyim ve kalkmaya da niyetim yok. geliyorsa gelsin, bana ne ya.

"hoş buldum. sağ ol ya, iyiyim, sorduğun için teşekkürler. sen nasılsın?" merhaba muhafız.

"hoş geldin, hoş geldin." hoş falan gelmedin, geri git lütfen, sana ayıracak enerjim yok ve hâlâ bilinçaltımın etkisinden çıkabilmiş değilim.

"niye geldin diye sormayacak mısın?" ya şimdi açıkçası, evimin anahtarını çaldıktan sonra sende kalması için beni tehdit ettin, sonra da evimi mesken belledin, ne sorayım ben sana?

"niye geldin?"

"geri mi gideyim?" siktir git.

"siktir git."

gülüp odadan çıkıyor. "salona gel, konuşacaklarımız var." konuşacak neyimiz olabilir? hani gerçekten benim senle konuşacak neyim olabilir?

ayaklarımı sürüye sürüye lavobaya gidiyorum, küçük çocuklar gibi penisimle oynarken evi dolaşıp kapalı tuttuğum ne kadar kapı, pencere, perde ne varsa açıyor, eylülün ürpertici serinliği evin her bir köşesine doluyor, batmak üzere olan güneş son huzmelerini güneşliklerimden çekip evin içine doğrultuyor. tütsü yakmış, lavantalı, evin içinde tütsü ile dolanıyor, yüzüme soğuk su çarpıp dişlerimi fırçalıyorum, adım sesleri kesilmiş, salona gitti herhâlde.

bingo! salondaymış, berjerin üstüne kurulmuş, elinde televizyon kumandasıyla zap yapıyor. yanına geldiğimi fark edip etmediğini bilmiyorum ama fark ettiyse de umursamıyor. ya da umursuyor. ne bileyim ben, yüz ifadesinden bir şey anlaşılmıyor ki. tütsü, televizyon ünitesinin üstünde, esen rüzgâr tüm kokuyu salona dolduruyor. sephadan battaniyeyi alıp üçlü koltuğa oturuyorum, bu havada yalın ayak gezmek üşütüyor insanı. battaniyeyle sarıp sarmalandıktan sonra gözlerimi dikip karşımdakine bakıyorum. yaşıtız, bakır rengi saçları, yapılı vücudu, kusursuz yüzü. yunan tanrılarına benziyor gerçekten.

"dik dik bakma bana." uyanamadım, ne bekliyorsun benden?

"bakmıyorum dik dik." yalan ama idare edeceksin artık.

"kahve?" olur, anlamında başımı sallıyorum. başka bir şey demeden mutfağa gidiyor, nasıl istersin, diye sormasına gerek yok. yiğidi öldür, hakkını yeme, demişler. her ne kadar birbirimizden nefret etsek de kıyafet bedenlerimiz, ders programlarımız, kahve tercihlerimiz gibi ufak tefek detayları biliriz. yılların getirdiği alışkanlıklar. vazgeçilemeyen şeyler. bunlardan vazgeçersek birbirimizden vazgeçmemiz daha kolay olur belki.

iki kupa kahveyle geri dönüyor, bardak altlıklarından biri bana fırlatıyor, tutup aşağı, koltuğun kenarına bırakıyorum. kahve kupasını uzatıyor, teşekkür edip elinden alıyorum, hâlâ konuya girmedi, ne konuşacak ki?

kupası ile beraber berjerin üstüne oturuyor yayıla yayıla. bardağı da karnının üstüne koysa da eliyle tutmak zorunda kalıyor, göbeğin olsa dururdu bardak. göbek yapsana muhafız.

"ne yaptığını biliyorum." bak, bunu defalarca konuştuk. nezarethanede geçirdim gecelerimi, neredeyse hapis yatıyordum ama ben değildim, ben değilim. bırak peşimi.

"bana neden inanmıyorsun?" o kadar mı güvenilmez oldum?

"ne yaptığınızı biliyorum," diye düzeltiyor. "siz ikiniz." belli etmiş miydik o kadar? etmemiştik bence. önceden nasılsak, şimdi de öyleyiz. lakin her koşulda, senin bilmen neyi değiştirir? herkese söylemekle, ifşa etmekle tehdit edecekse de kaybedecek bir şeyi olan kişi ben değilim. sevgilimi aldatan da ben değilim.

yine de, gerilmekten alıkoyamıyorum kendimi. yutkunuyorum seslice, adem elmasım belirgenleşiyor ve sönükleşiyor. "ne istiyorsun?"

bunu bekliyormuş gibi duraksamaksızın cevap veriyor. "beni dahil etmenizi." içtiğim kahve burnumdan taşıyor, birkaç öksürükten sonra ancak kendime gelebiliyorum. pardon? "efendim?"

dikleşip bacak bacak üstüne atıyor. "beni de aranıza alın diyorum işte." sevgilisini aldatmak isteyen kim varsa beni mi buluyor yoksa dışarıdan fahişe gibi mi görünüyorum? "sevgilin var." seni seven bir sevgilin var muhafız, tadını çıkar.

tek kaşını kaldırıyor, başını yana eğip sırıtıyor. "ve? onun da var." evet, tabii. çıkarlar üzerine kurulmuş birliktelikler, sadakati nerede arıyorum? "tek başıma cevap veremem."

"istediğinin farkındayım." bacaklarını iki yana açıyor, sol eli göğsünden başlayarak karnından aşağı, kasıklarına iniyor. istemsizce takip ediyorum elinin hareketini. "gördün mü?" gülüp elini sallıyor. "sadece hareket ettim ve bana ayak uydurdun." tüm anti ahlaki davranışlarıma rağmen az önceki hareketimden utanıyorum, başımı çevirip kızaran yanaklarımı saklıyorum. haklıydı, istiyordum. ondan vazgeçmek istemiyordum ama muhafızı da istiyordum. boğazımı sıkan suçluluk duygusunu bir yana itelemeye çalışıyorum. hisler yok, sadece seks. sadece seks. seviştikten sonra bırakıp giderlerse her şey daha kolay olur. bir kişiye aşık olmayı kaldıramıyorken iki kişi, altında ezildiğim yükü arttırırdı sadece. hele ki o ikinci kişi muhafızsa.

"her neyse, şimdi cevap vermene gerek yok. aranızda konuşursunuz siz." havadan sudan konuşuyormuş gibi konuşmasa keşke. ben yüzüne bile bakamıyorum, prense nasıl hesap vereceğimi düşünmekten yüzüne bile bakamıyorum ve gelip hiçbir şey olmamış gibi davranıyor.

cevap vermiyorum, ihtiyacım yok zaten. vereceğim cevabın olumlu yönde olacağından o kadar emin ki şantaj yapma zahmetine bile girmiyor. sessizliğin göbeğinde oturuyoruz öylece. kahvelerimiz soğudu. ikimiz de içmeye yeltenmiyoruz. nefeslerimiz bile sessiz. televizyonda bir şeyler oynuyor ama duymuyorum.

ayağa kalkıp yanımda bitiyor. "film izleyelim." izlemeyelim, git evimden n'olur? olur, diyorum yine de. hayır kelimesi lügatında olmayan biri olarak vereceğim başka cevabım yok çünkü. prens burada olsa dürtüp engellerdi beni. prens burada olsa.

battaniyenin altına girip dizime yatıyor. başka hiçbir seçneğimiz yokmuşçasına duygusal bir film seçiyor: aynı yıldızın altında.

normal arkadaşların yaptığı gibi beraber film izliyoruz. yani, o izliyor, ben de nefesi düzene girsin diye bekliyorum. ne zaman televizyon karşısına geçse uyuyakalır çünkü. ben de onun uyumasını bekliyorum ki kalkıp pencereleri kapatabileyim. çok çabuk hasta olur hep.

alışkanlıklar, demiş miydim?

¤¤¤

n'aber n'apıyorsunuz

booster [skz] Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin