Evin içinde dört dönerek atkımı arıyordum. Koşup duruyor, hiçbir şeye dokunmadan, gözlerimle tarıyordum sadece. Toplu bir insan değildim, bunun üstüne dakik de olmayınca her sabah buna benzer bir şey yaşardım. Arayışımı da daima annem bölerdi, tıpkı bu sabah olduğu gibi. Sabahtan beri aradığım atkıyı annem, ben koşarken boynuma geçirdi ve söylenmeyi de ihmal etmedi "Amma dağınıksın kızım." ve devam etti "Hayır, anlamıyorum. Ne biçim bir dağınıklık bu? Atkısı mutfakta, kulaklığı koltukta... Sanırsın Tasmaya Canavarı..."
Annemin sözlerini üzerime alınmadım, zira sadece kulaklığımın koltukta olduğu bilgisine kenetlenmiştim. Fırlayıp salona gittim. Koltuğun üstündeki kulaklığı alıp zaferle sırıtırken annem arkamdan bağırdı "Saye! Sen daha çıkmadın mı!"
İrkildim ve kulaklığı hemen cebime atarak bağırdım "Çıktım tabii!" Eğer cehenneme gidecek olsaydım, kesinlikle 'Geliyorum', 'Kalktım', 'Yoldayım' gibi günde bin kez kullandığım ufak yalanlardan veya kumardan giderdim.
Ayakkabımı giyinmeye çalıştığım için tek ayak üstünde sekerek, ağzımda kocaman bir ekmek parçasıyla kendimi dışarı attım. Kardeşim Suzan çoktan dışarıya çıkmış beni bekliyordu "Abla geç kalıyoruz!"
Hâlâ ağzımdan ekmek sarkarken montumun ceplerini karıştırmaya başladım. Arabanın anahtarını çıkarıp arabayı açtım ve kardeşime "Bin." dedim.
Annemin yıllarca çalışıp aldığı sevgili arabası Maviş' i kullanma iznim yeni çıkmıştı. Dün akşam, uzun münakaşalar sonucu, arabayı almayı başarmıştım ve bu oldukça nadir bir durumdu. Çünkü bazen, annemin bu arabayı bizden daha çok sevdiğini düşünüyordum.
Annem, ablam daha dört yaşındayken ve bana hamileyken babam tarafından terk edilmiş ve böylece Türkiye simülasyonunu tamamlayıp Amerika'ya gelme kararı almış. İlk geldiği yer olan Washington DC'de ben doğmuşum ve sonra biriyle tanışmış ama Suzan doğduktan sonra o adamla da ilişki yürütemeyip ayrılmış ve Amerika'nın kuzey batısında yer alan Greendalewood'a taşınmış.
Greendalewood; kalabalık ailelerin yaşadığı, genelde gençlik dizilerinde yer alan ve her türlü fantastik olayın geçtiği kasabaların aynısıydı. Ama dizilerin aksine, burası o kadar sakindi ki sıkıcı dahi denebilirdi. Burada yaşadığım 16 yıl boyunca tek bir olaya dahi şahit olmamıştım. Kasabadaki göçmen sayısı fazlaydı, yerlileri anlayışlıydı, herkes belli bir kariyeri olan işinde gücünde insanlardı, gençlerin sayısı azdı. Yani hiç gürültü patırtı olmazdı, geceleri kahkaha sesi dışında ses dahi duyulmazdı.
Bu adeta Polyanna ve Heidi masallarından fırlamış, kırlarda kuzuların koşturduğu gökkuşağı renklerinde şirin şeker ortam beni boğuyordu. Kaostan beslenen bir insan değildim ama insan ara sıra kaosu özlüyordu. Hayattan beklediğim şey bu ortam değildi. Her gün aynı şeyleri yapmak, aynı komşuya selam vermek, aynı yüzleri görüp aynı sıradan konuları konuşmak, aynı kafede aynı kahveyi içmek, aynı işi yapmak ve aynı saçma yerel TV kanalını izlemek beni kapana kısılmış gibi hissettiriyordu. Bu ben değildim, olamazdım da... Tek hayalim bu kasabayı terk edip dünyayı gezmek, en azından bir şehre yerleşmekti. Benim hayattan beklentim, bir yere adeta kazık çakarak herkesin yaşadığı sıkıcı hayatı yaşamak değildi, maceraydı. Günlük hayatımdaki tek değişikliğin annemle münakaşa edip kılıç hakkı misali zorla aldığım araba olmasını istemiyordum ve bunu bana sadece bu kasabanın dışı verebilirdi.
Okula giden yoldan saptım ve bir evin önünde durdum. Kapının önünde bekleyen en yakın arkadaşım Lizy arabaya doğru geldi. Ben arabayı aldığımda onu da alırdım ve okula birlikte giderdik. Lizy'nin tam ismi Elizabeth idi ama ben kısaltmak için Lizy veya Lisa derdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gazete Odası
Teen FictionSaye, Amerika'da yaşayan ve yaşadığı sıradan hayattan sıkılan bir kızdır. En yakın arkadaşı ile birlikte, okulunun geri kalanından soyutlamak için okul gazetesinde çalışmaya gönüllü olur ve gazete odasını mesken edinir. Bir gün, bu odaya gelen beş c...