Black Sea - Natasha Blaume
Media - Ahsen Kara
_______
Kırmızı renginden kendimi bildim bileli nefret etmişimdir. Kırmızı kimilerine elmayı çağrıştırır, kimisine yepyeni topuklu ayakkabıları. Kırmızı bana bir şeyi çağrıştırmıyordu. Direkt olarak kırmızı gördüğümde aklıma kan geliyordu. Annem evde yemek yaparken kırmızı renkli bir sebze gördüğüm anda aklıma giriyor, sinsi bir şeytan gibi beni kendimi kesmem için ayartıyordu.
Kırmızı kan bileklerimden aşağıya doğru süzülürken hiç olmadığım kadar rahatlamış hissediyordum. Kırmızı renginden nefret etmeme rağmen, kırmızı kanı tenime yakıştırıyordum.
Kulaklıklarımdan gelen müzik sesi aşağı katta olan kavga seslerini duymamı engelliyordu. Üzerimde iç çamaşırlarım, küvette uzanmış bir vaziyette babamın hediye etmiş olduğu antika bıçakla bileklerimi kesiyordum. Size saçma, belki de ergence gelmiştir muhtemelen. Ancak acı diğer insanlardan farklı olarak hoşuma gidiyor, beni rahatlatıp evdeki kavga seslerine odaklanmama engel oluyordu.
Eh, bunlar yeterli sebepler.
Mazoşist. Bir psikiyatriste gidersem bana koyacağı tanı buydu. Ancak mazoşistler kendilerine her türlü acı çektirmekten zevk alır, başka insanların ona hakaret etmesinden hoşnutluk duyardı. Ancak ben öyle değildim. Gittiğim hiçbir yerde kendimi ezdirmezdim. Hakkımı savunurdum. Bu yüzden tam anlamıyla mazoşist olduğumu sanmıyordum.
Sadece arada banyoya girip kendini kesen ergenin tekiydim işte. Abartmaya ne gerek vardı?
Henüz ölmek istemediğim için kollarıma beceriksizce bir sargı sarıp odaya geri girdim. Üzerime gri uzun kollu penye pijama üstünü ve nereden geldiğini bilmediğim toz pembe ince bir pijama giydim. Penye kazak bedenime yapıştığı için bileklerimin olduğu kısım biraz şişmiş görünüyordu ama anne ve babamın şu an umursadığı tek şey, babamın yan komşumuza göz kırpıp kırpmadığı mıydı. Kavgalarından feragat edip bakacaklarını sanmıyordum.
Şu an saat yedi idi ve bir saat sonra biyolojik ailemin evine akşam yemeğine gidecektik. Hazırlanmam kısa sürerdi bu yüzden ben de Stephen Zweig'in Satranç isimli kitabını okumaya başladım. Bu adamın her kitabına aşıktım. Kısa bir süre ben de kitap yazmayı denemiştim ama evdeki seslerden dolayı odaklanamıyordum. Tek düşündüğüm annem ve babamdan nasıl kurtulacağımdı.
Üzerine beyaz gül şeklinde motifler işlenmiş, boyu dizlerime değin ulaşan elbisemi giydim. Bileklerimin görünmemesi için sargıları çıkartıp vücut fondöteni uyguladım. Zaten aşırı derin değillerdi. Altına kısa topuklu ayakkabılarımı giydim, kolyelerimi taktım. Makyaj yapmayı severdim ama bugünlük çok abartmak istemiyordum. Kahverengi bir eyeliner sürmekle yetindim. Çanta taşımayı sevmezdim. Her şeyimi telefon kabımın altına sıkıştırır dururdum. Anahtarlığımı bile oraya sığdırmışlığım vardı.
Şık görünen restauranta girdik. Burası biraz fazla... abartılıydı. Pek hoşlanmamıştım. Kapıdaki görevli paltolarımızı aldıktan sonra içeride Malbora ailesini bulduk ve yanlarına adınladık.
Toplamda yedi kişiydiler. İkisi annem ve babam olan Balım Malbora ve eşi Levent Malbora idi.
Evet bu arada annemin ismi Balım'dı. Daha sonra dalga geçerim.
Üç yetişkin adam ve benim yaşlarımda bir çocuk vardı. Muhtemelen abilerimdi. Halen abilerimin olduğu fikrine alışamamıştım. Şu ana kadar arkadaş bile edinmemiştim ben. Onlarla nasıl konuşup vakit geçirebilecektim?
Masada onların dışında yaşlı bir adam duruyordu. Yaşlı olmasına rağmen iri vücudu dimdik duruyordu ve uzundu. Heybetli görünüyordu. Bakışları korkutmaktan ziyade kendinden emindi. Beni gördüğünden beri inceliyordu. Sanki bir şeyleri çözmek istercesine.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ahsen
ChickLitVe ben... Ahsen. Ahsen Kara değil. Ahsen Malbora değil. Sadece Ahsen. Kendini hiçbir yere ait hissedememiş, hiçbir kalıba sığdırılamamış, kimsenin onu koca dünyaya sığdıramadığı henüz on yedi yaşındaki bir genç kızım. Kocaman dünyada sığınacak kimse...