Belki de son günlerini geçirdiği şehrin manzarasına uzun uzun baktı ve mis gibi deniz kokusunu içine çekti. Kordon onun için de her İzmirli kadar güzeldi ama Eylül'de başka güzeldi.
Artık sırtından büyük bir yük kalkmış, hafiflemişti. Başarmıştı... Yıllarca hayalini kurduğu üniversiteyi kazanmıştı ve hayallerinin başkenti İstanbul'da Nisan'ı yepyeni bir hayat bekliyordu...
Bütün Kordon'u baştan sona yürüdü. Sınava hazırlanırken pek çok şeyden feragat etmişti. Yeri gelmiş uykusuz kalmış yeri gelmiş monotonca çalışmaktan günleri birbirine karıştırmıştı. Ama okuldan çıktıktan sonra denize karşı uzun uzun yürümeyi ve hayallerini bu manzarayla beslemeyi hiç ihmal etmemişti.
Bir kafeye oturdu, bir kahve söyledi. Bir yandan mutlu, bir yandan karmakarışıktı. Nasıl olacaktı? İzmir'den, ailesinden, arkadaşlarından nasıl kopacaktı? Hakkında hiçbir şey bilmediği koca şehirle nasıl başa çıkacak orada nasıl tutunacaktı? Ancak karamsarlığın faydası yoktu. Güzel şeyleri düşünmeye başladı.
Çok emek vermiş ve artık bir Boğaziçi'li olmuştu. Üstelik yıllardan beri istediği bölümü kazanmıştı ve Psikoloji okuyacaktı. Yeni insanlar tanıyacak, yeni yerler keşfedecek önünde yeni ufuklar açılacaktı. Kahvesinden bir yudum aldı. İçini tatlı bir heyecan kaplamıştı.
Yol üstünde uğradığı kitabevinden aldığı dergileri de karıştırırken zaman çabucak geçmişti. Kahvesini bitirdiğinde saate baktı, geç olmuştu. Hızlı hızlı Alsancak İskele'ye doğru yürümeye başladı.
Eve geçmek üzere vapura bindi çayını ve gevreğini aldıktan sonra kulaklığını taktı. Frank Sinatra'dan My Way dinliyordu. "...and did it my way" diye mırıldanarak Nisan da şarkıya eşlik etti. Simitinden bir parça aldıktan sonra kalanını martılarla paylaştı.
Kendine küçük mutluluklar yaratmayı ve onlarla yetinmeyi bilirdi. Aynı zamanda idealist ve güçlü bir karaktere sahipti. Hayal kurmayı da çok severdi. Onların gerçekliğine her zaman inanır arzu ettiklerini hep düşledikleriyle beslerdi.
Şikayetlenmek, bahane üretmek ona göre değildi. Çok bunaldığında ya ona kendini en iyi hissettiren kişiyle babasıyla konuşur ya da yıllardır başucunda duran kitabı Küçük Prens'in sayfalarında kaybolurdu.
Küçük Prens Nisan'a babasının hediyesiydi. Her sene ilk gününe beraber gittikleri bir Kitap Fuarı'nda babası Nisan için bu kitabı almış ve her ne olursa olsun, kaç yaşına gelirse gelsin başucundan ayırmamasını istemişti. O zaman daha on dört yaşındaydı ancak okudukça babasına hak verdi. İyi ki de Küçük Prens gibi bir başucu ışığı, hayat ışığı olmuştu.
Eve geldiğinde Nisan'ı mutfağa yayılmış mis gibi kek kokusu karşıladı. İzmir'de, doğup büyüdüğü yuvasında son günleri diye annesi son zamanlarda Nisan ne seviyorsa onu yapıyordu. En sevdiği şeylerden biri de annesinin havuçlu tarçınlı kekiydi. Bir de beraber sonu gelmez sohbetlere başladılarsa keyfine diyecek olmazdı. Evet, klasik şeyler bazen her şeyden daha çok keyif verebiliyordu.
Annesi Zeynep Hanım müzik öğretmeniydi. İşine öyle aşık ve öyle tutkuyla bağlıydı ki, bu hali sebebiyle Nisan annesine gıpta ederdi. Annesinin işine olan tutkusunu her görüşünde, bir gün onun gibi aşık olduğu, her anlamda kendini bulduğu işi yapmayı diliyordu.
Müzik annesi gibi Nisan için de tutkuydu. Hele ki yan odadan gelen keman sesi içine her zaman derin bir huzur yayardı. Bazen o sesten fon yapıp kitabına dalar bazen annesinin yanına gidip şarkı söyleyerek ona eşlik ederdi. Ve galiba İstanbul'da en çok özleyeceği şeylerden biri de bu olacaktı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Icimde Bir Ses
General FictionBelki de son günlerini geçirdiği şehrin manzarasına uzun uzun baktı ve mis gibi deniz kokusunu içine çekti. Kordon onun için de her İzmirli kadar güzeldi ama Eylül'de başka güzeldi. Artık sırtından büyük bir yük kalkmış ve hafiflemişti. Başarmıştı...