288 50 19
                                    


3 hafta, tam tamına 3 hafta. 21 koca gün. Hyunjin'in içine istekle kabul edildiği yeni cehenneminde yaşamaya başlayışının süresiydi bu. Bulunduğu modern cehennemde yaşamaya çalışıyordu haftalardır. Zaten sahip olmadığı mutluluğu kendisinden daha da uzaklaşırken görüyordu, eksi seviyelerinin çok daha altına inmişti umutları ve amaçları. Yanlış anlaşılmasın fiziken bir işkenceye maruz kalmıyordu, zihnine uyguladıkları susturuculardı ona zulmeden. Kulağına dolan sakin melodiler ölümün resmi marşı, ona susturucuları veren bedenler de gardiyanlığını yapan zebanilerdi hasta gencin gözünde. Bulunduğu bu beyaz rengin hakim olduğu hastane odası ise kara cehennemiydi.

Tüm bunların zihin sakinleştirici, yatıştırıcı mı olması gerekiyordu? Bir yanlışlık olmalıydı. Çünkü tüm bu sadelik Hyunjin'in tahammül seviyesini gün geçtikçe zorlayan bir sinir kaynağıydı. Artık uykularında bile göremediği yüz onun hislerini bu kadar zorluyordu belki de. Sinirlerinin ve depresyonunun kaynağı Yongbok'u hayal edemediği içindi, Hyunjin kabul etmek istemese de bunu biliyordu. Kendisine ilaç getiren hemşirelere bağırmanın bir faydası olmayacağını da öğrenmesi gerekiyordu gencin.

Annesinin evinde kalırken sessiz, hatta rahatsız edici derecede sakin olan gencin sinir krizi geçirerek kolunu incitmesi beklenmedik bir şeydi. Oysaki Polonya'da bulunursa tedavi olacağını kabul etmişti. Sözlerinden cayacak kadar bunalmaya ve katlanamamaya başlamıştı işte Hyunjin buraya, bu hastaneye, bu tedaviye, Yongbok'suz bir hayata.

Başlarda öfke problemleri yaşamıştı genç. Sonrasında karamsarlık sarmıştı dört bir yanını. Ölmek istediğini dile getirmişti. Gelen yemekleri reddetmiş, yataktan bile kalkmak istememişti. Hastaneye yatmadan hemen önce kestirdiği siyah saçları yeniden uzamaya başlamış, hafiften sakalları çıkmış, bakışları olabilirmiş gibi daha da boş hislerle yansımaya başlamıştı. Baktığı renksiz dünya karelerinde görmek istiyordu hayatının yarısında izlediği bedeni. Ansızın başını çevirdiği pencerede gökyüzünü görmek istemiyordu, gökyüzünü andıran mavi gözlere değmek istiyordu bakışları. Onu bu denli özleyeceğini tahmin edemezdi Hyunjin.

Hayatı boyunca hiç arkadaşı olmamıştı, kimse için ağlamamış, kimseden özür dilememiş, kimsenin düşünü kurmamış ve kimse için ruhunu vermek istememişti. Kimseyle konuşmamıştı bile o Yongbok'tan başka. 18 Yaşını doldurmak üzere olan genç adamın sahip olduğu tek gerçekliğiydi bir roman karakteri.

Bir kaç hafta sonra doktorunun şüphelendiği yeni hastalığın tanısı konulmuştu, depresyon. Bilirsiniz bu bir baş ağrısına benzer. Çoğu kişi, hasta dahil, bunun geçeceğini söyler durur. Yalnızca kötü bir an, kötü bir gün daha. Sonrasında elbet unutulacak düşler ve umutsuzluklar. Ama değildi, Hyunjin için böyle değildi. Söylenilenleri dinlemek istemiyordu. Bu onun sıkıştığı yeni bir ruh haliydi. Yüzünde tek bir mimik bile oynatmayan bir sıkışmışlık çukuruydu. Yeni hayatının anlamını bulamıyordu zavallı genç. Eğer şansı olsaydı zamanda geriye gitmek isterdi. Savaşta ilk ölen olacak olsa bile bir kez o senelere gitmek ve hayatından çıkaramadığı bedeni görmek isterdi. Tek bir an, kısa bir an, bir kaç saniye bile yeterdi. Canlı bir şekildeyken o zihnine işlenmiş gözleri seyretmek isterdi. Bu yüzyılda yaşadığı için öldürmek istiyordu kendisini Hyunjin. Yaşadığı gerçeklikte sıkışmış gibi hissediyordu. Bu sıkışmışlık daha da delirmesine, çıldırıp ölmek istemesine neden oluyordu.

Tedavi yöntemleri değiştirilmişti zayıf gencin. Kendisine verilen ilaçların sayısı iki katına çıkmış, haftada 2 kez aldığı terapiler 4 güne çıkarılmış ve bir kaç seferlik için Elektroşok tedavisi uygulanılması uygun görülmüştü. Hyunjin hasta masasına uzandığında ve şakaklarına yapışkanlı vericiler ilk kez yerleştirildiğinde biraz olsun korktuğunu inkar edemezdi. Doktor acı hissetmeyeceğini söyleyerek genci rahatlatmaya çalışmıştı. Beynine elektrik akımı verilirken şuuru kapanmıştı Hyunjin'in, doktorun da dediği gibi canı acımamıştı. Vücudu kasılmış, nefesi bir anlığına kesilmiş ve göz kapakları titreyerek kapanmıştı. Dakikalar sonra bilinci yerine geldiğinde ise aralamıştı gözlerini yavaşça Hyunjin. Zihni bulanıktı, gördükleri de bulanıktı. Düşünmek ilk defa bu kadar zorlamıştı onu. Koca bir karmaşıklık vardı sanki beyninin içinde. Tedavi masasından kalktı yine de bir hemşire yardımıyla.

Koca bir karmaşaya ev sahipliği yapıyordu zihni. Ama buna rağmen fark etmişti gözlerinin önündekini. Etrafı bulanık olsa bile kendisine bakan kehribar rengi gözleri fark etmiş ve birbirine dolanmış hisleriyle öylece dikelivermişti. Bir sanrı mıydı bu? Hastalıklı zihninin kendisine oynadığı acımasız oyunlardan birisi miydi? Senelerdir peşinde yaşayan umutsuz düşlerinden birisinin içinde miydi yine? İnanacağı gerçeklik kendisinden uçurumdan süzülmüş bir beden misali hızla uzaklaşırken bir kaç adım atmıştı Hyunjin. İlk defa bu kadar gerçek görüyordu onu.

"Yongbok?"

Odadaki tüm insanlar şaşkınlıkla durmuş ve sessizlik içinde, hasta önlüğü içindeki bedenin yapacaklarını merakla beklemeye başlamıştı. Siyah saçlı genç gözleri dolmaya başlarken bir kaç adım daha yürümüştü.

"Bu sen misin?"

Hyunjin gördüğü görüntüye daha da yaklaşmış ve hayal olacağı korkusuyla havaya kaldırdığı titreyen elini karşısındaki bedene uzatmıştı. Onun yüzüne götürmüştü. Ve asla inanamayacağı bir şey olmuştu, ona dokunmuştu. Parmakları altında yumuşak bir ten hissetmişti. Seneler boyunca çektiği ızdırap yinelememiş, Hyunjin yine boşluğa dokunmaya çalışmamıştı.

"Gerçeksin. Buradasın."

Hyunjin ağlamaya başlarken yüzüne dokunduğu genç bedene sarılmıştı hızlıca. Bir kaç saniye sonraysa koluna vurulan bir iğneye yenik düşerek bilincini kaybetmişti. Sarıldığı beden şaşkınlık ve korku içerisindeyken odadaki doktora sorular sormaya başlamıştı. Doktor da anlamamıştı Hyunjin'in neden böyle bir şey yaptığını.

Auschwitz // HyunlixHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin