Öyküler muhtemelen insanların yeryüzünde yürümeye başladığı ilk günden beri vardı. Bunun en açık örneklerini yetmiş bin yıl önce Fransa'da bir mağara duvarına çizilen, en eski mağara resimlerinde de görebiliriz. Yaşanmış bir öyküyü ilkel yöntemlerle taşlara kazıyarak, bir sonraki nesile anlatmaya çalışmak şu an bakıldığında bir ölüm kalım savaşı gibi gözükmese de o zamanlar derin anlamlar taşıyan, duyguları tetikleyen bir öğrenme-öğretme metoduydu. Anlatıcının ve dinleyenlerin çevrelerinde olan bitenleri tanımlayabildikleri, yorumlayabildikleri, değerlendirebildikleri, fikir sahibi oldukları bir yapıdır. Peki ama neden hikayeler anlatıyoruz?
Baboulene, The Story Book isimli kitabında, hikâye ile deneyim arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Ona göre iki çeşit öğrenme biçimi vardır. Birincisi, hayvanların da yaptığı gibi deneyimleyerek öğrenme, ikincisi ise bizim deneyimlerimize ek olarak yaptığımız şekilde, hikayeler yoluyla öğrenmedir.
Üç nesil ötesinden beri ev kedisi olarak yetişmiş, açlık yaşamamış ve şımartılarak büyütülmüş bir ev kedisinin gözlerini kocaman açarak yerdeki canavar hamam böceğine saldırmasının bir açıklaması olmalıdır. Kediyle bu mesele oturulup etraflıca tartışılarak, çabalarının anlamsız hareketlerden oluştuğuna ikna edilse dahi, ikinci bir karşılaşmada kedi yine de hamam böceğinin üzerine atlayacak, en azından etrafında dönerek kendisinden ufak ve hızlı hareket eden bu canlıyı pati darbeleriyle yoklayacaktır. Bu aktiviteye sebep olan yine dürtülerdir.
Şu an da iki dürtüm birbiriyle büyük bir çatışma yaşıyordu. Bu güdülerden bir tanesi merak diğeri ise hayatta kalma içgüdüsü. Hangisinin ağır bastığını bilemiyorum, yeni oluşturduğum soru kalıpları merakımı giderek körükler iken, hayatta kalma içgüdüm ondan olabildiğince uzak durmama dair açık sinyaller veriyordu.
Sonu belli hikayelerde eylemlerimizi ne şekilde gerçekleştireceğimiz veyahut atacağımız sarsak adımların bizi yere düşürüp düşürmeyeceği büyük bir bilinmezlikten başka bir şey değildir. Peki ya benim hikayemde kaç son olabilir? Muhtemelen akla ilk gelen sadece iki yol olduğu, biri yaşamak biri ise ölmek. Ama hayır, bu hikayede iki son yok. Bunu biliyorum, bunu hissediyorum.
Ancak şu an önümde sadece iki yol var. Ya onu bir kez daha görmeye gidecek ve onunla yakın bir bağ kuracaktım ya da onu bir daha görmeyecek, beni unutması için Tanrı'ya sonsuza kadar yalvaracaktım. Onu görmek istiyordum. Bu biraz şey gibiydi, Korkunç Bir Film'de güvenli yol varken ölüme doğru koşan aptal sarışın karakterin ilgi çekme çabası.
Kendi kendime kıkırdadım, silikon memelerim veya dolgun kaçlarım yok yani muhtemelen bıçak derime girdiği anda ölürüm. Kim olduğumun ve kim olmak istediğimin farkındaydım, sanırım. İçimdeki kişi, küçüklüğümden beri bildiğim ancak göstermekten ziyade kendime sakladığım bir gerçek. Ayrıca bu bilindik bir bulgudur ki, potansiyel katil diye bir şey yoktur, katiller her zaman vardır sadece ortaya çıkmak için itici bir güç bulamazlar.
Telefonu kulağıma dayamadan önce elimdeki deftere kısaca göz gezdirdim. Tamamen boş bir planlayıcıydı ve geride kalan her bir günde kocaman bir X vardı. Önceden bir işim vardı, ben oradan kovulmadan önce bir polis memuruydum. Niye kovulduğum konusuna gelirsek işkolikliği bu konuda suçlamak pekte yanlış sayılmaz.
Dosyası yıllar önce kapanmış bir katil vardı, Zhou Kehua. Eski bir asker olması ilgimi fazlasıyla çektiğinden çatışmada onu vurmadan önce kısa bir hoşbeş etme fırsatı yakalamıştım. Hakkında pek bir şey öğrendiğim söylenemez ama zaten öldürüldüğü gerekçesiyle dosyasını kapattıklarında görevimi kötüye kullandığım konusunda da hem fikir olmuşlardı. Böylece saha görevim sona erdi ve ben bundan memnun olmadım.
Telefon çaldıktan kısa bir süre sonra arama düştüğü için bir kez daha aradım, açmadılar. Bu aramayı yapmak için bir haftadır bekliyordum. Bugün oldukça özel bir gündü çünkü yeni dostumun bir taklitçisi çıkmıştı. Bu günün geleceğini nereden bildiğim konusunda... sadece biliyorum işte.
Geçen sabah onunla görüştüğüm gerçeğini göz önünde bulundurursak adını kullanan sahtekarın kim olduğunu bilmek istiyordum. Acaba bu onu kızdırır mıydı? Sanatını kirlettiğini düşünür ve deliye döner miydi? İşine önem veren bir katil için bu göz ardı edilebilecek bir olay değildi ne de olsa.
Kulağımdaki telefonu sinirle masanın üzerine bıraktım. Benim aradığımı anlamasınlar diye numaramı da değişmiştim ama yine de anlamış olmalılardı. Çünkü başka açıdan telefonu açmamaları için geçerli bir neden olamazdı değil mi?
Arkamda kısık bir seste olan televizyondan gelen siren sesleriyle geriye döndüm. Son dakika haberini sunan spiker oldukça gergindi. Bunu kelimeleri ardı ardına dizmesinden anlayabiliyordum çünkü spikerler tane tane konuşmak için senelerce diksiyon dersleri alıyordu. Hata yapmamak oldukça zor olsa da genelde soğukkanlılıklarını korur ve diksiyonları nadiren bozulurdu.
Televizyonun sesini açtım. Yüzümde kaslarımı ağrıtacak bir gülüş vardı. Bundan sonra olacakları biliyordum. Herkes biliyordu.
"Sabahın erken saatlerinde Seul'de korkunç bir cinayet yaşandı. Kurbanın 32 yaşında bir evsiz olduğu dışında herhangi bir bilgi yok. Seul Emniyet Müdürlüğü'nün bildirdiğine göre fail, 8 yıl önce 15'i kanıtlanmış ve 20'si delil yetersizliğiyle bertaraf edilmiş 35 cinayetten sorumlu Seo Moonjo nam-ı diğer M'in adı kullanılıyor."
Alnındaki terler ekranın ardından bile seçilebilecek türdendi. Uzun bir süre sonra ünlü bir seri katilin adını kimin kullandığını, asıl amacının ne olduğunu, daha fazla kurbanı olup olmayacağı veya kurbanları neye göre seçtiği bilinmiyordu.
Korkunç olan nokta tam olarak buydu, bilinmemezlik. Çünkü bir bilinmeyen arından birçok soru getirirdi ve bu soruları cevabı olup olmayacağı tek bir kişiye bağlıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TAINTED LOVE
HororKatil kanlar içindeki kurbanı için ağladı. Onun yanına geldiğini fark etmedi bile. "Bir anlığına gerçekten onu sevdiğini düşünmüştüm."