3.BÖLÜM: ŞİDDETİ UNUTMAK
Evliliğimizin üzerinden geçen birkaç dakika uzun bir sessizlik olmuştu. Bu sessizlik, içimdeki hiç bitmeyen gerginliği gün yüzüne çıkarmıştı. Fakat beni geren asıl şey; bu dakikaların sonunda evde yankılanan acı feryattı. Bu feryadı tanımıştım. Benimle muhatap bile olmamasına, sesini duymamama rağmen acı feryadın sahibinin az önce evlendiğim adamın ilk eşi olduğu konusunda hiç tereddüdüm yoktu. Aksine hiçbir şeyden bu kadar emin olmamıştım.
Kendime üzülmeyi bir kenara bırakarak Elvin'i düşünmeye başladım. Onun açısından çok zor olmalıydı. Resmen kocası başka bir kadınla –çocukla- evleniyordu ve o, hiçbir şey yapamıyordu. Ondan acilen özür dilemeyi aklıma yazdım. Saçma gibi gözükse de yapacaktım. Bunu ona borcum olarak görmüştüm bir kere.
Tabii ki bu acı seslenişten sonra ben dâhil kimse yerinde durmamış yukarıya doğru koşturmaya başlamıştı. Ona bir şey oldu diye korkmuştum. Ya benim yüzümden kendine bir şey yapsaydı. O zaman kendimi affedebileceğimi düşünmüyordum.
Hepimiz odanın kapısının önünde bekliyorduk. Kimse ne yapacağını kestirememiş gibi gözüküyordu. Fakat Savaş yerinde duramamış olacak ki seslenme çabasına girişti. Boş bir çaba olup olmayacağını Elvin ablanın tavırlarından sonra görecektik.
"Elvin'im, kapıyı aç hadi. Konuşalım. Ağlama lütfen." Bu ses Savaş'tan mı çıkmıştı? O kadar kibar olmayı nasıl becermişti iki dakikada, anlamamıştım. Sanırım benden, benim fark edemeyeceğim kadar nefret ediyordu. Bunun başka açıklaması olamazdı.
"Sen önce o pis veletle evlen sonra gel ağlama de. Aynen Savaş ağa, aynen. Bende tam öyle yapacaktım zaten! Benim duygularımın önemi olsa gidip iğrenç bir çocukla evlenmezdin. Bunu bana yapmazdın."
Benden hoşlanmayacağını tahmin etmiştim ama bu kadarını beklemiyordum gerçekten. Ben nefret edilesi bir canavar mıydım? İğrenç bir çocuk, pis bir velet miydim?
Evet, Ayçiçek; sen iğrenç bir çocuksun. Pis bir veletsin. Geldiğin yeri unutmadığını biliyorsun. Suçlusun. Evli bir adamla evlendin. Hiç mi aklına gelmedi böyle olacağı? O kadar kör olamazsın.
İğrenç bir çocuk olmak istemiyordum ama olmuştum bile. Yazıktı bana. Oysa hep iyi bir kız olmak istemiştim. Cidden nerede yanlış yapmıştım? Neredeydi hatam? Görmeliydim. Belki de bu yüzden ailem beni sevmiyordu. Belki de kötü bir çocuk olmuştum. Ve bunu hak etmiştim. Böyle düşününce başıma gelenlerin hepsi anlaşılıyordu.
Ama Savaş –ona ismiyle seslenirken utanıyorum, çok büyük- benim gibi düşünmek yerine sinirlenmişti. Onu herkesin önünde rezil etmeye çalıştığını sanmıştı sanırsam. Ama ben sevdiğim bir adamla evlenip onu başka biriyle paylaşmak zorunda kalsam ne yapacağımı bilmezdim. Belki ortalığı ateşe verirdim, belki sessizce ağlardım.Kimseyi sevememiş ve sevilmeyi de rüya olarak gören ben için sevdiğim biriyle evlenmek de sadece rüya olabilirdi.
Savaş'ın sinirini anlamak için ille de suratının ortasına bakmanıza gerek yoktu. Bir kapının arkasından bile hissedilen bir siniri vardı. Elvin de aynı siniri görmeden anlamış olacak ki kapı yavaşça açıldı. Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş kahverengi gözleri gerçekten insanın içini yakıyordu. Bana dedikleri zoruma gitse de, canım yansa da haklı olduğunu bildiğimden susmuştum. Ve şuan onu böyle görmek içimi sızlatmıştı.
Onun yerinde olmak ister miydim, bilmiyorum. Şiddet görmemek, özgürce dışarıya çıkabilmek için kısır damgası yer miydim, bilmiyorum. Ama sanırsam onun yerinde olmak isterdim. Şiddet görmeden, sevgisi bana saklı bir kocam olsa; onun başkasına dokunmayacağının bilincinde kabul ederdim.
O sırada aklıma bir şey takılmıştı: dokunmak. Bütün tüylerim diken diken olmuş ve korkudan titremeye başlamıştım. Ya olurda bana dokunmaya kalkarsa. Ya bana sahip olmak isterse. Eşlik vazifemi ileri sürerek sesimi çıkartmama izin de vermezdi. Ben... Ben o zaman ne yapacaktım? Şiddet görmek, aşağılanmak oldukça kötü ve berbat bir histi. Bunun acısı ile yaşamak korkunçtu. Fakat bir şekilde dayanmıştım şimdiye kadar. Ama eğer istemediğim halde bana dokunursa, tecavüz ederse, işte o zaman yüklerimi taşıyabileceğimden emin olamazdım.
Savaş'ın öfkeli gözleri dinmeyip öylece Elvin'e bakarken biz de sanki postalanacağımızı anlamış gibi gerisin geri salona ilerlemiştik. Fakat benim aklımda hâlâ bu akşam neler olacağı vardı. Korkuyordum, hem de deli gibi. Söylediğimde kabul edecek biri gibi durmuyordu. Ama belli olmazdı. Bu yüzden elimden geleni ardına koymayacaktım. Korkum, belki de hayatımda ilk defa bu kadar şiddetli idi.
Savaş, Elvin ile sorunlarını halletmiş olacak ki salona geliyordu. Bu beni mutlu etmişti. Onlar evli ve mutlu bir çiftti. Aralarına kara kedi gibi girmek benim onlara yaptığım bir kötülüktü. Eğer aralarında benim yüzümden bir bozukluk oluşursa, zaten suçlu olmam yetmiyormuş gibi iyice kötü hissederdim.
"Ayçiçek, yukarı gel. Ve çabuk ol." İsmim ağzında eğreti durmuştu gerçekten. Bu kadar nefret etmesini normal buluyor olmama ise bir şey diyemiyordum. Fakat dediklerini algılamam, buz gibi sesinden dolayı bir miktar zor olmuştu. Ancak sondaki keskin uyarı kendime gelmemde yararlı olmuştu.
Bedeni ve silüeti kaybolana kadar pek kendime gelememiştim ancak geldiğim anda yukarı doğru fırlamış arkasından, ona yetişme çabasıyla koşturmaya başlamıştım. Koşmaktan yorulmuş bedenimi dinlendirmek için vaktim yoktu. Girdiği kapıyı bulmalı ve onu bekletmemeliydim. Karşılaşacağım şeyi bilmediğimden daha aceleci davranmaya çalışıyordum.
Sonunda onun geldiği kata gelmeyi başarmış, çıktığım anda kapanan kapı sayesinden hangi odada olduğunu anlamıştım. Hızlı adımlarla odanın kapısına kadar gelmiştim. Fakat açacak cesaretim olduğu söylenemezdi. Bende hem kendimi alıştırma hem de nefesimi dinlendirme amacıyla, elim kapının kulpunda iken öylece beklemiştim.
Zamanının geldiğini düşündüğümde ise zorlanarak da olsa kapıyı aralamıştım. İçeri tamamen geçtiğim halde suratına bakacak cesaretim yoktu, o cesaret bana sadece kapıyı açtırmıştı. Bende bu münasebetle odayı incelemeye başladım. Başlamaz olaydım... Oda hayatımda gördüğüm en boğucu oda olabilirdi. Her yer siyahtı. Yatak, masa, halı, duvarlar, koltuklar ve kalan her şey. Bu yüzden odadan da korkmuş olarak bakışlarımı Savaş'ın yüzüne çevirdim. Korkunçtu. Tek kelime yeterdi.
Onun da beni incelediğini fark ettiğimde yanaklarımın kızarığıyla kafamı yere eğdim. Ancak böyle durmam onu sinirlendirmişti. Beni de bundan çok sert bir şekilde haberdar etti. "Ayçiçek, şu lanet kafanı kaldır." Gözlerim doldu. Acı çekeceğimi biliyordum. Ama işte bir ümit vardı içimde. Zor da olsa iyi geçinebildiğimizi hayal etmiştim. Hayallerim ilk seferde başıma yıkılmıştı.
Gözlerimdeki yaşları göndermeye çalışarak kafamı kaldırdım. Gözleri saf öfkeyle doluydu ve bu benim için çok fazlaydı. Ben umutlarımı tekrar tekrar gömecektim. Bu sefer gömeceğim yer ise Savaş'ın gözleri olacaktı. Umutlarım, hayallerim; nefret bürümüş gözlerinin şefkate kucak açtığını görmeden geri gün yüzüne çıkmayacaktı. O zamanın çok uzak olmamasını dua etmekten başka çarem yoktu.
Benim hiçbir zaman başka çarelerim olmayacaktı. Benim çarelerim, her zaman öfkeli gözlere gömülü olacaktı. Gerek Savaş'ın gerek babamın gözleri olsun. Benim umutlarımın gömülü olduğunu bilmeden yakacaklardı, yıkacaklardı. Biliyordum. Hep öyle olmuştu. Öyle olmaya devam edecekti.
Yanağımda hissettiğim acı ve sıcaklıkla geç kaldıklarını, kalacaklarını anladım. O zaman çok uzak değildi artık. Ulaşamayacağım bir diyardı. Rüyalarda bile görünmeyecek, sihirli bir diyar. Çok geçti artık.
Çok geç...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRIK DÖKÜK BİR KALP
Chick-LitÖlüm hiç bu kadar güzel kokmamıştı. Ölüm hiç bu kadar Ayçiçek gibi kokmamıştı. Kalbin kırığı hiç böyle batmamıştı. Hiçbir hikâye böyle sonlanmamıştı. Seni asla affetmiyorum! Senden nefret ediyorum! Sen benim canavarımsın! Tek dileğim bunun acısıyla...