Kudüs'e ordularıyla birlikte giren kral, karşısında görkemli duvarları ve yanında duran sütunları görünce büyülendi... Adeta ileri düzey bir mimari yapı gelecekten önüne düşmüştü... Kral, karşısındaki yapının ünlü Süleyman Mabedi olduğunu biliyordu... Süleyman Mabedi kulağına ulaştığı gibi; "İçinde kutsal hazineleri barındırıyor mu ?"diye düşündü... Nebukatnezar; "Ahit sandığı..." dedi. Bu ismi daha önce de duymuştu... Askerleri Kudüs'ün içinde dolaşırken bir yandan da İsrailoğulları'nın sadece cesur olanları ile karşı karşıya gelmişlerdi. Korkak olanlar ise kılıçlarını bir kenara bırakıp teslim oldular... Teslim olanlar Nebukatnezar'ın fethini beklerken diğerleri de canlarını veriyordu. En nihayetinde kudretli Nebukatnezar ve askerleri Kudüs'ü ele geçirdi. Yehova'nın yükselen krallığı Nebukatnezzar'ın eline geçmişti. Sıra Süleyman Mabedi'ndeydi... Nebukatnezar yanına bir bölük asker alarak Süleyman Mabedi'nin kudretli duvarları arasından içeriye açılan ahşap kapıdan geçti. Karşısında kutsal Davud yıldızını görüyordu. Bu altı köşeli yıldız Nebukatnezar'a tanıdık gelmişti. Zaten Süleyman Mabedi'ni, Sümerlilerden gelenek kalan Ziggurat'lara benzeten kral, içeride karşılaşacağı kutsal sandığın merakı içindeydi... Hiram'ın öldüğü doğu bölmesinden içeri giren kral, içeri girdiğinde siyah beyaz damalı desenli yerleri gördü. Yerlerin ne anlama geldiğini kendine soramadan askerleri mabedin içindeki altınlara ağızlarının suyunu akıtmışlardı... Kral hızlıca odaları aradı. Mabedin içinde dolaşan kral, Ahit Sandığı'nın bulunduğu kutsal odaya girdiğinde karşısında boş bir mermer gördü. Sandık yoktu! Oda ise sanki sandığa hiç şahit olmamış gibi masumdu... Kral sinirle dışarı çıktı. Karşısında Babil askerleri tarafından tutulmuş İsrailoğlu kavmini gördü. " Sandık, nerede?" kral tekrarlardı; "Kutsal Ahit Sandığı nerede?" İsrailoğulları'ndan ses çıkmadı... Kral karşısında duran, İbrahim soyundan gelen İsrailoğullarını iyice süzdü... Hemen arkasındaki tapınağa baktı... Kral; "Yakın burayı, bir parçası bile kalmasın." dedi. Askerler orayı hem yakmak için hem de yıkmak için ilk adımlarını atarken İsrailoğulları'nın içi kan ağlıyordu. Kimisi kutsal Süleyman Mabedi'nin nasıl yapıldığını kimisi ise sandığa ne olduğunu aklından geçiriyordu... Babil kralının askerleri ise mabedi yıkmaya başlamıştı... Kral, komutanlarına sandığı araştırmaları gerektiğini söyledi. Daha mabet yıkılmadan birkaç İsrailoğlu konuşmaya başladı; "Taberiye gölünün dibinde." dedi bir İsrailoğlu... Nebukatnezar, komutanına sordu; "Hangi göl bu, nerede?" komutan; "Çok yakınız kralım."dedi.
Kral Nebukatnezar, komutanlarına ve askerlerine gölün her yerini aratsa da sandık bulunamadı. Kral da tüm İsrailoğlularını tıpkı Mısır firavununun yaptığı gibi ağır işlerde çalıştırmak üzere Babil' e sürgün ederek, Kudüs'te yükselen Yehova ve İsrail krallığının sonunu getirdi...
Babil kralı imparatorluğunun başkenti olan Fırat Irmağının kıyısı ve Bağdat'ın seksen kilometre kadar güneyinde yer alan topraklarına döndüğünde sürgüne getirdiği Yahudilerin sadece iş gücünü almamıştı. Yahudiler, Süleyman öldükten sonra belli kutsal localar kurarak Musa'nın, Nuh'un ve kâinatın sırlarını saklamışlardı. Bu sırlar onlara bir ilim vermişti. Bu ilim meta ötesi boyutla ilgiliydi. Fiziki varlık olan insanların hem fiziki olan hem de olmayan varlıklarla ilişkisi ve kâinatın kökenindeki titreşime inen Tetragrammaton'un sırrı ellerindeydi.
Kral da Yahudilerden bu sırları duydu. Sırları duyması onlara vakıf olması ve belli nebzede kullanmasını da gündeme getirdi. Kabala kendini göstermişti. Ebedi her şeyden önce olan Yaradan ile ölümlü olan evrenin ilişkisi bir nebze olsa da Nebukatnezar'ın eline geçmişti. Fakat bu ona yetmedi. Nebukatnezar sandığın kendisine ulaşmak istedi. Yahudileri krallığında tutarken onlardan bilgiler alarak kendini yüceltti. Kralın aslında sahip olduğunu düşündüğü şey; evrendeki kadim sırrın sadece ufak bir parçasıydı. Bu, krala yetmedi. O da tıpkı Gılgamış destanındaki kahraman Kral Gılgamış gibi ölümsüzlüğün sırrını aradı... Ölümsüzlük ona dünyevi bir güç getireceği gibi güzel karısının yanında hiç yaşlanmayacak ve kudretini uzun çağlar boyunca yaşatacaktı.
Babil kralı iz bırakmayı seviyor ve istiyordu. Babil'in en önemli eseri olan Babil'in Asma Bahçeleri de kralın hem zekâsı hem de egosu ile doğru orantıda meydana geldi. Mezopotamya'nın göbeği çok kuru ve susuz bir yerdi... Kral ise suyu yürütmeyi ve bugün bile zor yapılacak bir sistemi hayata geçirmeyi başardı. Her ne kadar karısının sıla hasreti üzerine yaptığını söylese de aslında bu karısının sıla hasretinden çok daha önem arz eden bir yapıydı. Kral, Babil'in asma bahçesinde bereketli bir yaşamın yapay halini yaptırmıştı. Bu bahçede kral tarafından yapılan dağlar, yeşillikler, teraslar, akan sular gibi güzelliklere yer verilmiş çok kısa sürede üstün bir mimari bilgi ile yapılmasını sağlamıştı. Bahçeler piramit oluşturacak biçimde taraçalar halinde yükseliyordu. Her taraçaya Dünya'nın dört bir yanından getirilen ağaçlar ve çiçekler dikilmişti. Bahçenin su ihtiyacını karşılamak için Fırat nehrinden pompalar ile su getirilmiş ve en üstte yapılandırılmış olan bahçelere kadar çıkması kat ve kat sağlanmıştı. Bahçenin etrafı yüz metre civarında büyük surlarla çevrilmişti. Bu surlar tıpkı Süleyman'ın Mabedi'nin surları gibiydi... Bahçenin içindeki kanallar Âlim Utnapiştim'in üç çemberli adasındaki gibiydi. İçlerinde kayıklar yüzebiliyordu. Tüm bu güzelliği ise bahçenin verimli ağaçları meyveleri ile taçlandırıyordu.
Babil Kralı Mezopotamya'nın en kudretli kralıydı. Bu onu Gılgamış destanına, oradan da medeniyetler öncesi yaşanmış tufana hayranlığa ve dolayısı ile meraka itmişti... Kral tüm yaşamı boyunca çeşitli mimari yapılarla, seferlerle uğraştıktan sonra ölümüne yakın bir rüya gördü. Rüyasında kentinin ortasında yükselen görkemli bir heykel vardı. Heykelin başı kralın başıydı ve saf altındandı... Gövde gümüşten, etek bronzdan, bacaklar demirden, ayakları ise kildendi... Kral rüyasında heykelin etrafında dolaşıp durdu. Ne olduğunu anlayamadan tekrar uyandı... Uyandığında aklına Gılgamış destanındaki Utnapiştim geldi. Kral neden böyle olduğunu anlayamamıştı... Tufanın kahramanı ve onun ne ilgisi vardı? Kral kâhinlerini topladı. Rüyasını bir bir anlattı. Rüyadan uyandıktan sonra ise aklına gelen büyük tufan ve tufandan sağ kurtulan Utnapiştim'den bahsetti... Kâhinler ona ölümlü hayatında ne kadar kudretli olursa olsun bir gün Babil uygarlığının yıkılacağını söyledi... Kral kâhinlere sinirlendi ve tek tek hepsini öldürdü... İlerleyen günlerde depresyona giren kral, bahçesindeki otları hayvanlar gibi yemeye başladı. Fakat bu depresyonun belirtisi değildi. Kral artık Dünya'ya inanmamaktaydı. Babil uygarlığının, öte Dünya inancı olmasa da kral bir sonraki Dünya'ya bir geçiş kapısı yapma fikrindeydi. Bu kapı ise onun uygarlığının tanrıçası İştar'ın kapısından olacak gibiydi. Kral tüm mesajcıların aldığı sesler gibi içinden bir ses duydu, "Bul ve içine kendini yerleştir, yıldızlara açılacak kapı dalgaların arasından sağ çıkanlarla başlar..." kral içindeki sesin kime ait olduğunu anlayamadı. Aklı onunla oyun da oynayabilirdi ya da kutsal ses onun içinden de yankılanmıştı... Nebukatnezar içinden yankılanan seslerin ne olduğunu düşünürken zaman ve tarih de o denli hızlı geçti. Binlerce yıl sıvı altın gibi akarken medeniyetler gelişti ve değişti... İsa adında bir çocuk Nasıra'da doğdu, çarmıhtan bir süre sonra öldü... Muhammed, Miraca yükseldi, İslamiyet doğdu... Üzerinden yıllar geçti, Mevlana Celaleddin Rumi adında bir adam aşkı doğudan haykırdı. Zaman o denli hızlı akarken Dünya karanlığın ve aydınlığın savaşı içine girmişti. İlk Dünya savaşı çıkıp bittiğinde Mustafa Kemal Atatürk, Mezopotamya topraklarının da bir kısmını içine alacak Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini attı. Üzerinden bir Dünya savaşı daha geçti. İsrail krallığı resmi anlamda tüm Dünya ülkelerince tanındı ve bugün ki Filistin topraklarında yer sahibi oldu. İyi bir komşuluk ilişkisi olmayan ikilinin bin dokuz yüz seksen sekiz yılına kadar problemli komşulukları sürdü. Bu ahir döneme kadar kavga ve gürültü devam edecekti...
![](https://img.wattpad.com/cover/291887412-288-k148751.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Paralel Gerçekler
General FictionGerçek görecelidir ve bu birbiriyle bağlıdır. Paralel Gerçek'ler deki tüm hikayeler aslında var olan ve aynı zamanda var olmayan masallardır. Bir yerde var olurken başka bir yerde yok olmak işte burada anlatılıyor. Bizim evrenimiz ve bizim dünyamızı...