Kahvenin damağımda bıraktığı sert, acı tadıyla derince yutkunup ellerimi oyalanmak için fincanın kulpuna sardım. Hafif serin rüzgar tenlerimizi okşayıp kokularımızı birbirine karıştırırken yapraklar oradan oraya uçuşuyor yağmurun habercisi olan pofuduk bulutlar göğü sarmalıyordu. Yaklaşık 12 dakikadır küçük mor bir cafenin en tenha masasında oturmuş onun bana resme ve sanata karşı olan tutkusunu dinliyordum. İkinci kahvesini yarılarken ara ara sağımızda kalan sokakta koşturan çocuklara göz atıyor küçük kahkahalarla lisede gittiği bir sanat galerisinde yaşadığı komik olayı anlatıyordu.
"Kocaman beyaz bir tabloya kırmızı ve siyah renkleri karıştırarak iki çizik atmış ve 'bu sanat' dediler inanabiliyor musun? Kimseyi yargılamak haddim değil fakat üstüne boya kutusu devrilmişcesine görünen beş para etmez resimleri ellerinde şarap ve içkilerle saatlerce seyredip 'aman tanrım' diyorlar işte bu şahane bir başyapıt hemen 10 bin dolar basıp alıcam çünkü çirkin olsa bile yapan kişi ünlü' orada ki tıpkı sana anlattığım gibi tipte bir adam almaya meyilli olduğu tabloyu arkadaşlarına gösterirken arkadan ona 'afedersiniz efendim lekeli sayfalara zaafınız var ise ise ücretsiz verebilirim dedim"
kahvesinden bir yudum alıp tepki vermemi bekledi.
"Peki o ne dedi"
Keyifle gülümseyip sandalyesinde hafifçe ileri geri hareket etmeye başladı.
"Resmi çizen ressam beni fırçayla kovaladı o zaman 15 yaşındaydım"
tüm gerginliğim bir anlığına uçup gitmiş kendimi onun geçmiş anılarının akıntısına bırakmıştım.
"Peki ya sen minho sen ne zamandır resme ilgilisin"
kısa bir süre düşündüm ben resim yapmayı hiç sevmezdimki ne resim yapmayı nede kahve içmeyi. küçükken bile boyaların parmaklarımı kirletmesinden nefret ederdim sadece onu 5 saat görmek için katlanıyordum.
"Fazla olmadı bir kaç aydır"