Havada kara bulutlar gezerken eğlence son hız devam ediyordu. Festivalde herkesin merakla beklediği, benimse hayranı olduğum ünlü film yönetmeni Pieter Verhoeff özel konuk olarak baş köşede eşlik ediyordu bize. Başta karşılaştığı yoğun ilgiyi kaybettiği için biraz daha rahat görünüyordu. Gülümsedim. Eminim ileride de çok güzel işler çıkaracaktı.
''Hâlâ mı izliyorsun adamı?" İrkilerek sağıma döndüm. Dîyar bezgince beni izliyordu. Omuz silktim.
''Yanına gitmeye çekiniyorum ne yapayım.'' Geç geldiğimiz için hayran buluşmasını kaçırmıştık. Bizim gibi bir sürü insan da kaçırsa da ben gidip Pieter Verhoeff ile konuşmaya cesaret edememiştim işte.
''İyi. Kedinin ciğere baktığı gibi bak o zaman.''
''Ne?" Türkçe konuşmuştu. Ona doğru eğildim ve ''Ne dedin?" Diye mırıldandım cevap vermemesinin üstüne.
''Boşver.'' Ama boşvermek istemiyordum ki. Biraz daha yaklaştım bu yüzden. ''Merak ettim ama.'' Gözlerini devirerek inatla kaçırdığı bakışlarını bana çevirdi. Nefesimi tuttum farketmeden ve bir tur gezdirdim bakışlarımı güzel yüzünde. Afalladığını hissediyordum. Bakışlarım koyu renkli dolgun dudaklarına düştü. Yutkundum. Tam şimdi yapışsam dudaklarına, ne yapabilirdi ki?
Dudaklarına yaklaşmak için hamle yapacakken tam o anda, burnumun üstüne düşen minik su damlasının baskısıyla geri çekildim. Elim burnuma giderken aynı anda başımızı kaldırıp tek bir bulutun bile olmadığı gri gökyüzüne baktık.
''Yağmur..'' Diye mırıldandım. Dîyar'a döndüm. Göz göze geldik. Birden büyük bir şimşek çakıp havayı renklendirdiğinde yerimizden kalkıp diğer insanlar gibi içeri koşturmaya başladık.
Dîyar beni önüne katmışken bir eliyle belimden destek olmuştu. Yağmur büyük bir hınçla yağıyordu ve kalabalıktan dolayı içeri giremiyorduk. Sıradan dolayı arkamda kaldığı için ıslanan çocuğu kenara çektim ve yan yana gelmemizi sağladım. Korkudan iyice sokulmuştum ona doğru. Gök gürültülerine ne kadar alışık olursam olayım yine de korkuyordum işte.
''Of ne yapacağız? Buradaki yağmurlar kolay kolay durmaz.''
''En fazla kaç saat yağabilir ki? Eninde sonunda duracak.'' Dedi.
Fakat durmadı. Hava yavaş yavaş kararmaya başlarken otobüsler esen şiddetli rüzgar yüzünden hortum ve kasırga riskine karşı kalkışa yasaklandı. Bizim gibi amsterdam ve diğer şehirlerden gelen insanlar son derece sakin bir tavırla otel arayışına girerken bu kalabalıkta kaybederim diye -yalan- Dîyar'ı elinden çekiştirerek şemsiye satan yere götürdüm ve en fazla iki üç tane kalan şemsiyelerden bir tane aldım. Büyük bir şemsiye olduğu için ikimize yeteceğini düşündüm.
Festivalin yapıldığı binadan çıkmadan şemsiyeyi açtım ve atik bir hamleyle yanıma gelen çocukla aramızda tutmaya çalışırken telaşla etrafıma baktım. Altın buzağını çoktan geçmiştik. Çıkıştaki kalabalığı yararak ilerliyorduk. Dîyar'ın bir kolu ağırlığını vermeden omzumdaydı. Diğer insanlara temas etmemi engelliyordu. Titredim. Öyle bir rüzgar vardı ki şemsiyeyi tutamıyordum bile. Gözlerimi kısarak Dîyar'a seslendim.
''Burada birkaç tane otel olması lazım. Hadi, çabuk gidelim yoksa yer kalmayacak.'' Bizim gibi herkes kendine kalacak bir yer bulmanın derdindeydi bu yüzden ikimiz de etrafımızı inceleyerek yürüyorduk ki gördüğüm şık binayla ''işte!" Dedim parmağımla binayı işaret ederken. ''Oraya gidelim.''
Festivalin yapıldığı binayla yüz metre mesafedeki otele giriş yapmadan önce rüzgardan tellerinden kopan şemsiyeyi kapatıp büyük çöp kovasına attım ve belimden destekleyen Dîyarla içeri giriş yaptık. İçerisi kalabalıktı. Millet ne ara gelmişti anlamasam da oyalanmadan resepsiyondaki kadının yanına ilerledik ve aynı anda kimliklerimizi çıkardık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Göçmen (GAY)
RomanceYıl 2002, aylardan eylül. Bir tarafta doğunun incisi Diyarbakır, diğer tarafta avrupanın çiçeği Amsterdam... Kan davası yüzünden memleketinden istanbula kaçan ama orada da aradığı huzuru bulamayan Dîyar, Hollandaya göçmen olarak gitmek için anlaşmal...