Meyhane

114 56 13
                                    

Kasabayı keşfediyordum. İnsanlar bana merakla bakıyorlardı, muhtemelen şehirlerine gelen yabancılar onları heyecanladırmıştı. Ancak, kimse yanıma gelip kim olduğumu sormadı. Herkes aşırı korkmuş ve kaygılı haldeydi.

Bir çoğunun beni bir alman casusu ya da daha kötü biri olarak gördüğüne bahse girerdim.
Yürümekten yorulunca ana meydandaki mekana uğramaya karar verdim.

İçerisi şaşırtıcı derecede kalabalıktı tüm masalar doluydu. Mekanın rahat ve huzurlu bir atmosferi vardı.

Müşteriler içeceklerini yudumluyor ve aralarında sakin sakin konuşuyorlardı hiçbiri bana bakmadı bile. Barın arkasındaki adama baktım.

Mekan sahibi "İyi akşamlar!"

"İyi akşamlar!"

Mekan sahibi "Hoş geldiniz. Ne içersiniz?"

Yaklaştım ve bar sandalyesine oturdum.

"Hmm.. kırmızı şarap. Markası size kalsın."

Mekan sahibi "Böyle güzel bir hanımefendiye ikramımız olsun."

Güldüm. Çok geçmeden önüme bir kadeh şarap koydular. Küçük bir yudum aldım. Pahalı olmadığı belliydi ama tadı güzeldi. Ekşi ve biraz tatlı.

Mekan sahibi "Patrice De Reute. Hizmetinizdeyim."

"Hayat Serter. Türk'üm, amerikalı bir gazeteciyim."

Petrice "Peki sizi buraya getiren nedir, bayan amerikalı gazeteci?"

"Kader.."

Cümlemi piyano sesi böldü. Şaşkınlıkla etrafıma bakındım ve odanın köşesinde duran enstrümanı gördüm. Arkasında bir adam oturuyordu. Beklenmedik bir şekilde boğazımın biraz kuruduğunu fark ettim.

"Acaba o kim?"

Petrice "Henri Smith. O bir ingiliz, doktor. Savaş başlamadan kısa bir süre önce buraya gelmiş. Almanların Belçika üzerinden Fransa'ya gideceklerine dair söylentiler çıkar çıkmaz De Haan'daki tek doktorumuz ailesini de yanına alıp kaçmış. Korkak."

Petrice elindeki kadehi silmeye başladı, adeta hıncını kadehten çıkarıyordu. Gözlerimi Henri Smith'ten alamıyordum.

Parmak uçları neredeyse tuşların üzerinde resmen uçuşuyordu, neredeyse ağırlıksızdı. Parmakları bu eski piyanoya yeni bir soluk getirmiş gibiydi notalar yumuşak bir melodide birleşti ve etrafta her şey durdu.

İnsanlar ve ruhları, pencerenin dışındaki rüzgar, gezegenler, evren müzikle dolu huzur anı. Müziğin etrafımı sarmasına, beni gerçekliğin dışına götürmesine izin verdim.

Petrice "Ne oldu ondan hoşlandınız mı yoksa?"

Birkaç kez gözlerimi kırpıştırıp meyhane sahibine döndüm.

"Ne?"

Petrice "Yani evet."

"Doktor neden mehyanenizde piyano çalıyor?"

Petrice "Kim bilir. Hoşuna gidiyordur. Bir gün bana geldi, akşamları ara sıra çalabilir miyim diye sordu. Bende tamam dedim."

"İlginç."

Petrice "Hevesinizi kırmak istemem bayan amerikalı gazeteci ama Henri Smith pek konuşkan biri değil."

"Hangi hevesten bahsediyorsunuz? Bir kere bile konuşmadığım insanlarla ilişki kurma gibi bir alışkanlığım yok ama çok yetenekli olduğunu kabul ediyorum."

Petrice "Evet, öyledir ama onun hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Bir arkadaşıyla beraber gelmişti. O da ingiliz. Onlar herkesten biraz ayrı duruyorlar."

İngiliz çalmaya devam etti, bu sefer parçanın temposu daha hızlıydı. Müziğe dalmıştı, hafifçe başını çevirince beni fark etti. Bir an göz göze geldik ve koyu kahve gözlerinin keskin bakışlarından biraz rahatsız oldum.

İçimde tuhaf bir ilginin alevlendiğini hissetiğim için ona bakmaya devam ettim. Adam kaşlarını hafifçe çatmıştı, melodinin temposu artmaya devam ediyordu. Sonunda dikkatini tekrar piyano tuşlarına çevirdi.

Uzun uzun çaldı ve çaldığı son eserinin son akorları çalınana kadar tek bir kişi bile ayağa kalkmadı.

Doktor Smith ayağa kalkar kalkmaz, dinleyiciler onu deli gibi alkışlamaya başladı. Adam onlara doğru döndü ve kısaca eğildi ve ardından hemen meyhanenin çıkışına doğru yürüdü.

Şarabımdan bir yudum daha aldım.
Çantamdan bir defter çıkardım.

"Benimle röportaj yapar mısınız?"

Petrice "Ah, tabii."

Petrice'e De Haan'daki yaşamı sormuştum savaşın patlak vermesinin işini nasıl etkilediği hakkında. Sohbetimizi bitirdikten sonra bayan Wouter'in evini bulmak için kiliseye doğru yürüdüm.

"Burası galiba.."

Yürümem uzun sürmedi kasaba gerçekten çok küçükmüş. Herkesin birbirini tanımasına şaşırmamalı. Kapıyı açtım ve içeriye girdim. Ön kapı doğrudan oturma odasına açlıyordu.

Odada zencefilli kurabiye kokusu vardı. İçeri girer girmez şöminenin önündeki kanepede oturan Jughead'i gördüm. Bir beyfendiyle konuşuyordu.

Kapının çarptığını duydukları için ikisi de bana döndü. Evin derinliklerinden bir yerden ayak sesleri duyuldu.

Kadın "Oh, siz Hayat olmalısınız!"

Jughead'i ve yeni arkadaşını selamlarcasına onlara bakıp başımı salladım, sonra kadına döndüm.

"Siz de bayan Wouters olmalısınız?"

Kadın "Aynen, tatlım. Jughead bana senin hakkında her şeyi anlattı bile."

Kurabiyesini ısıran gazeteci bana göz kırptı

Kadın "Ne kadar güzel olduğunuda anlatmıştı, ama ben bu kadarını beklemiyordum açıkcası sen anlattığından daha da güzelsin."

Utancımdan ne diyiceğimi bilemedim Jughead'in yüzü kızarmıştı.

"Teşekkür ederim."

Kadın "Ne yazık ki iki boş odam vardı malesef birini az önce aldılar, beraber kalsanız sizin için bir sakıncası olur mu acaba?"

"Şey.."

Kadın "Hadi, sana etrafı göstereyim."

Sadece onayla başımı sallayıp duruyordum. Elimi tuttu ve beni evin içine doğru sürükledi.

Kadın "İşte bu sizin kalıcağınız oda, biraz basittir ama ihtiyaç duyabileceğin her şey var ve hiç pahalı değil."

"Biz burada nasıl kalıcaz sadece bir yatak var?"

Kadın "Aranıza yastık koyarsınız, yada yer yatağı açarız olmadı bir kanepe taşırız tabi ben taşıyamamda."

"Peki. O zaman madem öyle katlanacağız."

Eşyalarımı odaya bıraktım, Jughead ile konuşmak ve onun yanında gördüğüm beyfendiyle tanışmak için oturma odasına indim...

HAYATHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin