Bilirsiniz, duyguların pusulası yoktur. Kalp kimi seçerse doğru yön oymuş gibi görünür ve tüm benliğiniz reddetse de o yöne yürümekten başka şansınız yoktur. Yollar dikenli olup ayaklarınızı da parçalasa yutkunmaktan fazlasını yapamazsınız; acıtır, kanatır, kırar. Kalp en çok da bunu sevmez mi zaten?
İçimde neler döndüğünü bilmiyorum. Kafamda neyin yıkıldığını, kalbimde nelerin karıştığını bilmiyorum. Odanın sıcaklığı yirmi beş derecenin altındayken bile neden cehennemde gibi hissettiğimi, o yapbozun bir türlü neden tamamlanmadığını bilmiyorum.
Acısı bitse anlar mıyım? Neler olduğunu bilmenin verdiği acı bitse anlar mıyım? O beni kırıp da bıraksa anlar mıyım, yoksa aptal olmakta çok mu ısrarcıyım?
Bana söylediği şeyleri düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi işte, ne zaman o kadar kolay olmuştu ki zaten? Yoksa ben kuruntu yapıyordum da onlar gerçekten de unutulacak kadar basitler miydi?
Parmaklarımla şakaklarımı ovalarken oturduğum yerde biraz eğildim. Evdeydim, dışarıya çıkacak enerji bulamamıştım kendimde. Çocuklar yine bir yerlere gitmişlerdi, sanırım yeni açılmış bir bar vardı. Ben de evi ele geçirmiştim, kafamı dağıtmak için sayısız film izleyip elimden atıştırmalık düşürmemiştim sabahtan beri. Yine de aynı tas, aynı terane.
Kafam hala yerinde değildi. Öyle ki başka bir sebep bulma girişimine bile girmiyordum, gerçekten değildi. Bir şeylerin cevaplarını almak istiyordum, farkındalığımı onaylamak ama bende öyle bir gurur vardı ki kendimi yemekten fazlasını yapmıyordum.
O neredeydi, bilmiyordum. Çocuklarla giderken görmemiştim, sormamıştım da. Kafamda dönenlerin tam zıttı hareketler sergiliyordum. Beni karıştırıp durduğu için ondan sinir oluyordum ama kaçamıyordum da. Tek yaptığım izlemekti.
Yutkundum. Düşünüyordum ve bu başımı ağrıtmaktan fazlasını yapmıyordu. El yordamıyla kumandayı alıp izlemediğim filmi kapattığımda kendimi kanepeye bıraktım. Belki de uyumalıydım. Nihayetinde böyle durumlarda en çok dinlenmeye ihtiyacım oluyordu, en azından kafamdaki her şey bu kadar dağınık olmazdı.
Kafamın altına bir yastık alıp büzüşmeden önce sadece birkaç saniye düşündüm. Çocukların gelmesi sabahı bulur diye düşünüyordum, henüz hiçbiri beni aramadığına göre keyifleri yerindeydi. Bu da Tanrı'nın gerçekten uzun bir uyku çekmem gerektiğini istediğini söylerdi, dolayısıyla biraz uyumalıydım.
Telefonumu yanımdaki üç ayaklı masanın üzerine bıraktıktan sonra gözlerimi kapattım ve yastığıma sıkıca sarıldım. Yüce uyku olmasaydı, ben kesin delirirdim.
🌼
Bir buçuk saat sonra ;
01:45 :
Hani bazı anlar olur, dünyadan yok olup zaman kısıtlaması yaşamadan özgürce uyuyabildiğiniz bir yere ışınlanmak ve gelen aramayı yahut alarmı özgürce kapatma lüksüne sahip olmak için varınızı yoğunuzu verebileceğinizi hissedersiniz ya, işte tam şu an o noktadaydım. Uyanmamak için tüm hücrelerimi zorluyordum ama lanet olası telefon öyle ısrarcı çalıyordu ki benim bile göz ardı etmem çok zordu.
Saat kaçtı, bilmiyordum. Sadece ağzımda kötü bir tat ve bedenimde bir huzursuzluk vardı. Sanki üzerinden yirmi tonluk yük taşıyan bir tırın geçmişti de fillerin altında ezilmiştim gibi hissediyordum. Başımdan parmak uçlarıma kadar her yerim sızlıyordu, ayağa kalkmak için yeteri kadar güce sahip değildim.
Huysuzca homurdandım ve bir küfür mırıldanıp doğrulmak için kanepenin sırtından tutunurken uzanıp masanın üzerinde titreşen telefonumu aldım. Kısık gözlerimle arayanın adını okumaya çalışmıştım ama numara kayıtlı değildi. Umarım arayan kişi her kimse iyi bir sebebe sahip olurdu çünkü ben kabalaşmak için çok müsaittim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
|•| Hiraeth |•| rosékook
FanficO, bir günahkâr. O göğüs kafesimde bir deprem, zihnimde bir yalancı. O bir kalp kıran. Ben de tutsağı. 15.04.2022|ménsis [Jeon Jungkook × Park Rosé] *Bu hikaye tamamen @roseninyavuklusu 'na ithaf edilmiştir.