Yeniden sevişmeye başladılar. Hatta ekseriya, güpegündüz, Emma'nın aklına esiyor, bir pusula yazıyor, sonra pencereden Justin'e bir işaret yapıyor, o da, önlüğünü çıkardığı gibi, Huchette'e yollanıyordu. Rodolphe geliyordu. Bu davetler, canının sıkıldığını, kocasının aşağılık bir mahluk olduğunu, hayatının büsbütün bayağılaştığını söylemek içindi.
Rodolphe bir gün, sabrını kaybederek:
— Ben ne yapabilirim ki, dedi.
— Ah! İstesen!..
Saçları çözük, bakışları dalgın, dizlerinin dibine, yere oturmuştu. Rodolphe:
— Ne gibi? dedi.
Emma göğüs geçirdi:
— Gider, başka bir yerde, bir yerlerde yaşardık...
Rodolphe gülerek:
— Sen gerçekten çıldırmışsın, dedi; hiç imkânı var mı?
Emma aynı mevzua tekrar dokundu; Rodolphe ise anlamamazlıktan geldi ve sözü değiştirdi. Anlamadığı nokta, aşk gibi basit bir işte her şeyin böylesine çetrefil bir hale getirilmesiydi. Kadının, böyle bağlanmasına yardımcılık eden bir sebebi, bir yöneticisi olmamalıydı.
Gerçekten, bu sevgi, kocasına karşı duyduğu tiksinti yüzünden her gün biraz daha artıyordu. Kadın birine ne kadar bağlanırsa, ötekinden o nispette nefret ediyordu. Rodolphe ile buluştuktan sonra kocasıyla karşı karşıya gelince, onu her zamankinden daha sevimsiz, tırnaklarını her zamankinden daha dört köşe, zekâsını her zamankinden daha hantal, tavrını her zamankinden daha adi buluyordu. O zaman yine, zevce ve iffetli kadın tavrını muhafaza etmekle beraber, siyah saçları yağızlaşmış alnına doğru bir perçemle dönen o baş, hem gürbüz, hem de zarif o boy pos, hasılı, akıldan yana o kadar tecrübe sahibi olan ve arzuda böylesine coşkunluk gösteren o adam gözlerinin önüne gelince, yanıp tutuşuyordu! Tırnaklarını onun için bir kuyumcu özeniyle eğeliyor, derisine sürdüğü kremi ve mendillerine doldurduğu lavantayı az buluyordu. Kollarını, gerdanını bilezikler, yüzükler ve kolyelerle dolduruyordu. Rodolphe'un geleceği günlerde, mavi camdan iki büyük vazosunu güllerle donatıyor, dairesini ve vücudunu, bir prens bekleyen fahişe gibi hazırlıyordu. Hizmetçilerin durmamacasına çamaşır yıkaması icap ediyordu. Félicité mutfaktan kımıldayamıyor, küçük Justin ise, ekseriya yanında kalarak nasıl çalıştığını seyrediyordu.
Çocukcağız, Félicité'nin ütü yaptığı uzun tahtaya dirseğini dayayarak, etrafında sergilenen pazen eteklikler, eşarplar, işlemeli yakalar, kalça tarafı geniş, aşağısı gittikçe daralan fistolu donlar gibi kadın eşyasını hırsla süzüyordu.
Elini eteklik kasnağına veya kopçalara sürerek:
— Bu neye yarar? diye soruyordu.
Félicité gülerek:
— Sen hiçbir şey görmemiş misin? diyordu. Sanki senin patronun Madam Homais böyle şeyler kullanmaz mı?
— Elbette! Madam Homais!
Sonra, düşünceli düşünceli ilave ediyordu:
— O da Madam gibi bir hanım mı ki?
Fakat Félicité, etrafında oğlanın böyle dört dönmesine sinirleniyordu. Ondan altı yaş büyüktü, Mösyö Guillaumin'in uşağı Théodore da kendisine kur yapmaya başlamıştı. Kola çanağını yerinden oynatırken:
— Rahat bırak beni, diyordu. Git de havanda badem ez. Hep kadınların eteği dibindesin. Bu işlere burnunu sokmak için, bekle de, arsız çocuk, çenende birazcık sakalın olsun.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Madame Bovary - Taşra Hayatı
Non-FictionYaşadığı sıkıcı ve sıradan taşra hayatından kurtulabilmek için sınırlarını umutsuzca zorlayan Madam Bovary'nin hikâyesi konu edinmiştir. Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman, realizm akımının ilk ve en önemli örnekl...