𝘭𝘰𝘴𝘵 𝘣𝘰𝘺 - 𝘳𝘶𝘵𝘩 𝘣.

332 17 22
                                    

(tae's pov)

Huzur dışarıda dedim ve kendimi apar topar sokağa attım. Soğuk havanın yüzüme çarpmasıyla kendime geldiğimi hissetmiştim resmen. Yüzüme düşen yağmur damlaları yaralarıma düştükçe iyileşiyorlarmış gibi bir his kapladı bedenimi fakat dışarıdan bakan birinin böyle düşünmeyeceğinden emindim çünkü yüzüm, yaralarımdan sızan kanlarla boyanmış olmalıydı. Gerçi buradaki insanlar yerde ölüyor olsam bile bir göz atıp gitmenin ötesinde bir şey yapmaya yeltenmezlerdi. Hepsi babamın pis gölgesinin altında tir tir titreyen birkaç insandı sadece. Babamın sanatını bozmaya cüret edemezlerdi.

Aldığım derin bir solukla, aklımı karıncalandıran bu düşünceleri beynimin bir köşesine ittim. Ellerimi cebime attım ve artık ezbere bildiğim sokaklarda yeni bir gezintiye çıktım.

Gece vakitlerinde, özellikle böyle deli gibi yağmur yağıyorken, sokaklarda kimse olmazdı. Böylelikle hiçbir şey düşünmeden bu bomboş sokaklarda bir kimsesiz gibi gezinebilirdim ve yağmurun kokusu da, varlığı da ruhuma sinip beni sakinleştirdiğinde kendi inime gidip saklanabilirdim.

İnim diyince garip geliyor bazen ama gerçek bir ayı ininden farkı yok aslında. Karanlık, harabe ve terk edilmiş bir yer. Atsanız atılmaz, satsanız satılmaz. Aynı benim gibi yani, tıpkı babamın da dediği gibi.

Eskiden dondurmacıydı burası. Her yer kahkahalar ve mutlulukla ışıl ışıldı resmen. Jimin ile tanışmıştım burada. Benim tek dostum. O zamanlar 7 yaşındaydım ve evden kaçabileceğimi yeni keşfetmiştim ama küçük olmamın beraberinde getirdiği toylukla sudan çıkmış balığa dönmüş gibiydim. Ne ayağımda ayakkabı vardı ne de aklımda bir rota. Sadece koşmaya başladım ve kalabalığa doğru ilerledim. Belki de kimse bulamazdı beni onca insanın arasında. Bir yandan koşup bir yandan da gözyaşlarımı silmeye çalıştığım için yolumda duran kar beyazı miniği görememiştim. Hızla çarpıştığımız için ikimizde yere düşmüştük. Son anda refleks olarak mı yoksa bilinçli mi yaptığımı bilmiyorum ama bir şekilde kendimi, üstüne düşmemek için, yana doğru atmıştım. Düşmenin etkisiyle sırtım, sağ kolum ve kalçam acımıştı ama artık daha fazla dökecek gözyaşım kalmamıştı. Çok geçmeden doğrulup ayağa kalktım ve hala yerde yatıyor olan bedene baktım. Kıkırtı duyuyordum ama gerçekten gülüyor olacağını düşünmemiştim. Burnumu çektim ve elimi ona uzattım. Yüzüme bakınca kıkırtısı kesilmişti birden ama belli etmek istemezmiş gibi uzattığım elimi tutup elimden güç alarak ayağa kalktı hemen. İlk konuşma anımızı sanki dünmüş gibi hatırlıyorum.

''Ben çok özür dilerim.. Koşuyordum ama önümü göremiyordum ve seni de gerçekten görmedim, nasıl oldu bilmiyorum. Çok üzgünüm. Gerçekten ço-''

''Bu kadar hızlı konuşmayı nereden öğrendin?''

Sözümü kesmişti ve başka hiçbir şey umrunda değilmiş gibi sormuştu bu soruyu. Anlam verememiştim. Gerçekten de hızlı mı konuşuyordum diye düşündüm. Çünkü pek konuşmazdım aslında. Anlatacak bir şeylerim olmadığı için değil, dinleyenim olmadığı için konuşmazdım.

Cevabımı beklemeden birkaç saniye bana zaman tanıdıktan sonra konuşmaya devam etmişti.

''Ben Park Jimin, 7 yaşındayım ve beni düşürdüğün için sana kızmadım. Onun için hemen özür dilemeyi bırakmalısın.''

''Ben de Kim Taehyung, sanırım 7 yaşındayım. Teşekkür ederim.''

Yeni bir arkadaşım oldu diye bağırarak hiç bırakmadığı elimden tutup beni buraya, dondurmacıya, getirmişti. Ben de hiç itiraz etmemiştim açıkçası. Kızaran gözlerim ve burnuma ithafen çilekli, esmer tenime ithafen de çikolatalı iki top dondurma ısmarlamıştı bana. Daha önce iki kere dondurma yemiştim ve çilekli dondurma sevmezdim ama o gün yediğim dondurma, hayatımda yediğim en lezzetli dondurmaydı. Kendine de dondurma söyledi. O da çilekli ve limonlu seviyormuş dondurmasını, bir daha aklımdan çıkmadı. O gün dizimizdeki ve kolumuzdaki yaralarla, dondurmacıda oturup ayaklarımız yere değmediği için salladığımız bacaklarımızın eşliğinde arkadaş olmaya doğru ilk adımlarımızı attık. Sonra da her gün bu arkadaşlığı ilmek ilmek işlemeye devam ettik.

İki yıl sonrasında dondurma dükkanının sahibi kasabadan gidince ve bu yer başıboş kalınca Jimin'le ben burayı sığınağımız, inimiz, ilan ettik. O zamandan beri gerçek evim gibi. Ne zaman amaçsızca dolaşsam kendimi burada buluyor oluyorum. Kendi evimden çok burada vakit geçiriyorum.

Çoğu zaman olduğu gibi Jimin'i arayıp onu da çağırmak geçti içimden ama bu sefer elim telefonuma gitmedi. Tek olmak, biraz bu eski binanın önünde oturmak, hiçbir şey düşünmeden çatısının altına sığınmak istiyordum sadece. Biraz kendimi, hayatımı ve ne yapacağımı düşünmek, bir geleceğim olacaksa nasıl olacağını düşlemek istiyordum.

Uzun parmaklarımı eşofmanımın cebine uzattım ve sigara paketimi çıkarttım. Tek bir dal içip dumanında kaybolmaktı amacım. Sigarayı iki dudağımın arasına sıkıştırdım, hep paketin içinde tuttuğum çakmağı elime aldım ve paketi cebime geri koyduktan sonra bir elimi esen rüzgara siper olacak şekilde tutup önce çakmağımı aydınlattım ardından sigaramı yaktım. Ciğerlerimin en derinlerinde hissedene dek çektim o dumanı içime. Tatmin olunca da bütün sıkıntılarımı beraberinde götüreceğini sanarcasına vücudumun dışına gönderdim.

Sanırım 3 yıldır bağımlısıydım bu illetin. İkinci en iyi arkadaşım diyebilirim. Her dalın son nefesiyle dertlerim de bitmiş gibi hisseder sonrasında hiçbir şeyin değişmemiş olmasının hayal kırıklığıyla yıkılırdım ama insan bu hisse de alışıyormuş, zamanla öğrendim.

Sigara izmaritimin ucunu yere sürtüp yanıma bırakmamla önümde bir silüet belirmesi bir olmuştu. Kafamı kaldırıp yüzüne bakmak istedim fakat sokak lambası tam ardında duruyordu, hiçbir şey göremedim. Ta ki neredeyse burnumun ucuna değecek yakınlığa bir sigara ulaşana kadar.

"Bir tane yetmezmiş gibi bir halin var."

Parmak uçlarıyla sigarayı çevirip başlığını biraz daha bana uzatmıştı hadi al der gibi.

Reddetmedim. Kim bilir daha kaç sigaraya ihtiyacım vardı. Sigarayı önce baş parmağım ve işaret parmağım arasına kıstırıp elime oradan da iki dudağımın arasına aldım.

Işığı kesen beden yanıma oturduğunda tekrar gözlerimle buluşan ışık yüzünden kısa bir süreliğine her şey bulanıklaşmıştı. O anın verdiği hissiyatla gözlerimi sımsıkı kapatıp kafamı yana çevirmiştim. Tekrar açtığımda ise bir yabancıyla göz göze gelmiştim.

Yabancı, bu kasabada ya da başka bir yerde daha önce hiç görmediğim ve tanışmadığım biri. Kasabaya tabii ki misafirler gelip gidiyordu fakat artık onları da tanır, selamlaşır hâle gelmiştik zamanla. Uzun zamandır, yoldan geçerken uğrayanlar dışında yeni kimseler görmemiştim etrafta.

Cebimde paketin içinde olan çakmağı çıkartıp sigaramı aydınlattım tekrardan. İçime dolan o duman, yeniden nefes alıyormuşum gibi hissettiriyordu.

Çakmağı yabancıya uzattım. Sigara uzatıyorsa, sigara kullanıyor olmalıydı.

"Senin de ihtiyacın vardır belki."

Paketinden bir sigara çıkardı ve elimden çakmağı alıp o da sigarasını aydınlattı. İhtiyacı vardı tabii.

"Jeon Jungkook."

Bir eliyle sigarasının külünü savuruyorken diğerini bana uzatmıştı.

"Kim Taehyung."

Bir minik gülümseme eşliğinde elini tuttum ve hafifçe salladım. Ardından ciğerlerim, sigaramın son dumanını ağırladı ve bir süre sonra vedalaştı. Ben de sigaramın izmaritiyle vedalaştım.

****

Giriş gibi bir bölüm olduğu için biraz kısa tuttum. Henüz erken olsa da, biraz da keşfedilecek mi ve keşfedilirse tepkiler ne olacak görmek istedim açıkçası. Çünkü bu serüvende yalnız ilerlemek istemiyorum. Umarım beğenilir ve sımsıkı bir kucaklamayla karşılanır ilk hikayem.

Bu arada saygı çerçevesinde, hakaret içermeyecek her türlü yoruma ve eleştiriye açığım, kimsenin bir şeyler yazarken iki kere düşünmesini istemiyorum.


Marceline'ime itfafen'

sweater weather ≮Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin