Asansör gelince içinden ; orta yaşlarda, yaklaşık ne uzun ne kısa orta boylarda , normal kiloda, takım elbiseli bir adam , alnından pul pul dökülen terini cebinden çıkardığı mendille silerken karşıladı bizi. Emre hemen müdahale etti adama.
" Hoop hoop bir dakika birader nereye gidiyorsun. Burası olay mahalli."
Emre müdahele edince, adamda Emre 'ye sert bir tavırla karşılık verdi.
" Size ne, siz kimsiniz ?" Sert bir tavırla.
" Polis ! Komiser Emre, yanımdaki adam da, Başkomiser Yavuz."
Emre’nin net bir şekilde polis olduklarını belirtmesiyle, adamın yüz ifadesi aniden değişti. O mahcubiyet dolu bakışlar, belki de içinde bulunduğu durumu gerçekten fark ettiği anlamına geliyordu. Adam, bir an için çaresizlikle bakınca, ardından kendini toparlamaya çalıştı. Gözleri etrafa hızla döndü, sanki bir çıkış yolu arıyordu. Ben sessizce durumu izledim. Adamın yüzündeki ifadeler, bir dizi duygu ve düşünce karmaşasını yansıtıyordu. Tedirginlik, mahcubiyet ve hatta biraz da korku...
Karşımdaki adamın içinde ne olduğunu anlamak istedim. İnsanların ne zaman gerçeği sakladığını veya yalan söylediğini anlamak, yılların deneyimiyle kazanılan bir yetenekti. Ve şimdi, bu adamın içindeki gizemli durumu çözmek için bu yeteneğimi kullanmaya karar verdim. Koridorda sessizlik hüküm sürerken, kararımı vermek için bir an daha bekledim. Belki de bu adamın, içinde sakladığı sırların bir kısmını açığa çıkarabilirdim. Tüm bu düşünceler kafamda dönüp dururken, kararımı vermek için bir an daha bekledim. Adam kendini toparlayıp, üslubunu düzeltti .
“ Özür dilerim komiserim. Olay mahalli derken?”
Emre’nin sert tonuyla tekrar gerçekliğe döndüm. Emre her zaman ki ciddi ses tonuyla sordu:
“ Sen bizim sorumuza cevap ver. Senin ne işin var burada?”
Adam, çekingen bir şekilde cevap verdi: “Ben... Ben şey... Burak Bey beni çağırmıştı.”
Emre’nin sesi daha da sertleşti: “Burak Bey, bu sabah kaldığı odada ölü bulundu.”
Adamın yüz ifadesinde şok ve korku belirtileri belirdi: “Nasıl, nasıl ölü bulundu?”
Bu sefer, sessizliği ben bozarak konuşmaya başladım: “Pardon, isminiz neydi?”
Adam, hızla kendine gelerek cevap verdi: “Melih.”
“Melih Bey...” dedim, kararlı bir tonla devam ederek, “bizim şu an çok işimiz var. Anlaşılan siz de Burak Bey hakkında bir şeyler biliyorsunuz. Bizimle karakola kadar gelmeniz gerekiyor.”
Her bir kelimenin ağırlığı, koridorda yankılanıyordu. Adamın gözlerindeki karmaşa, cevabını vermeden önce bir an için düşündüğünü gösteriyordu. Ancak sonunda, kabul eden bir ifadeyle, sessizce bizimle birlikte hareket etmeye hazır olduğunu belirtti. Bu olay, içinde bulunduğumuz soruşturmanın karmaşıklığını bir kez daha gözler önüne seriyordu. Her bir adımı dikkatlice atmak, gerçeği ortaya çıkarmak için bir zorunluluktu.
Emre’nin sert uyarısı üzerine, adamın itiraz etme şansı bile olmadan yürümeye devam ettik.
“Tamam komiserim, siz nasıl diyorsanız öyle,” diye karşılık verdi adam, endişeli bir şekilde gözlerini bize dikerek.
Asansöre binerken, adamın endişeli bakışlarını hissedebiliyordum. Emre’nin sert tepkisi, onun üzerinde belli bir etki yaratmıştı.
“Ne bakıyorsun lan? Hiç mi polis görmedin?” diye çıkıştı Emre, sinirle adamın üzerine yürüyerek. Belliki, adamın bakışlarından hoşlanmamıştı.
“Emre, tamam, sakin ol,” diyerek araya girdim, Emre’nin sinirini yatıştırmaya çalışarak.
“Birinin bana böyle dik dik bakmasına sinir oluyorum başkomiserim,” diye dert yandı Emre, hala sinirli bir şekilde.
Merkeze vardığımızda, saatler öğleyi gösteriyordu.
“İpek, otopsi sonucu ne zaman çıkar?” diye sordum, olayın detaylarını ve delillerini toplamak için sabırsızlanıyordum.
Şimdi, otopsi sonucunu beklerken, elimizdeki ipuçlarına dayanarak cinayetin perde arkasını çözmek için kolları sıvamamız gerekiyordu.
" Muhtemelen yarın sonuçlanır başkomiserim."
" Tamam. Emre sen arkadaşı sorgu odasına görür."
" Emredersiniz başkomiserim. Yürü bu taraftan."
Emre adamı yakasının boyun kısmından sertçe, elini yumruk şeklinde kavrayıp sorgu odasına götürürken bende, Oktay müdürümün odasına gittim.Kapıyı üç kere tıklatıp Oktay müdürümdem " gel " komutunu aldıktan sonra içeriye girdim.
Yavaş adımlarla müdürün odasına girdim. Kapıyı hafifçe kapatıp içeri adım attığımda, Oktay Müdür masasının başında oturuyordu.
“Müsait misiniz müdürüm?” diye sordum, içeriye adım atarken.
“Yavuz geldiniz mi? Müsaitim müsaitim, geç otur,” dedi nazik bir ses tonuyla. Masasının yanındaki iskemleye işaret etti.
Masanın çevresinde, sade ve düzenli bir şekilde düzenlenmiş ofis, yöneticinin otoritesini ve düzenine olan özenini yansıtıyordu. Büyük bir kitaplık duvarın bir yanını kaplıyordu, kitapların rengarenk sıralanmış sırtları odanın havasını yumuşatıyordu. Masanın üstünde düzenli bir şekilde dizilmiş dosyalar ve kalemlikler vardı.
Iskemleye otururken, müdür odasında rahat bir atmosfer yaratabilmek için büyük bir çaba sarf ediyordu. Odanın bir köşesindeki çiçekler, sakin bir hava katıyordu.
“Anlat bakalım. Maktul kim?” diye sordu Oktay Müdür, işaret parmağını dosyaya doğru uzatarak.
“Burak Çelik,” diye yanıtladım, dosyayı gösterdiği yöne doğru itmekte tereddüt etmeden.
“İsmi yabancı gelmiyor,” dedi düşünceli bir şekilde, kaşlarını hafifçe çatarak.
“Evet müdürüm. Çünkü biliyorsunuz,” dedim, gözlerimin onunkilere bakışı, içimdeki endişeyi yansıtıyordu.
“Kim?” diye sordu, merakla gözlerini bana dikerek.
“İş insanı Faik Bey’in oğlu,” diye açıkladım, sessiz bir nefes alarak. Odadaki sessizlik, olayın ciddiyetini ve önemini vurguluyordu.
“ Evet, hatırladım. Kim niye öldürsün ki? “
“Müdürüm, zamanı geldiğinde bu sorunun cevabını öğreneceğiz,” dedim kararlı bir şekilde. Oktay Müdür, kafasını hafifçe sallayarak anlayışla baktı.
“Nasıl ölmüş peki, anlat,” diye sordu, merakla dosyaya gömülmüş halde.
“Şimdi müdürüm, kurban tabanca ile veya bıçak ile öldürülmemiş. Ya boğularak ya da zehirlenerek öldürülmüş. Otopsi sonucunda netleşecek,” diye açıkladım, sesimdeki endişeyi gizlemek için çaba harcıyordum.
“Anladım,” dedi Oktay Müdür, dosyayı kapatıp masasına koyarak.
“Bir de bir şüpheli getirdik. Şu an sorgu odasında bekliyor. Maktul Burak hakkında bildikleri var,” diye bilgi verdim.
“Tamam, sorgudan sonra Faik Bey ile konuşmaya git,” dedi müdür, kararlı bir şekilde.
“Emredersiniz müdürüm. Neyse, şimdi ben bu getirdiğimiz adamın sorgusuna gireyim,” dedim kalkarken.
“Tamam Yavuz,” dedi Oktay Müdür, işlerini düzenlemek için masasına geri dönerken.
Odadan çıkarken, işlerin daha da karmaşıklaşacağını hissediyordum. Ancak, gerçeği ortaya çıkarmak için kararlılıkla çalışmaya devam edecektim.
Oktay müdürümün odasından çıktım. Sorgu odasına girmeden önce, bir memura soğuk birşeyler getirmesini söyledim. Karakolun içide klimalar yetmiyordu sıcak havayı serinletmeye. Emre ile İpek sorgu odasının önünde bekliyorlardı beni. Benim gelmemle beraber, ben ve Emre içeriye girdik, İpek sorgu odasının yanındaki odaya girdi. Sorguyu camın arkasından izleyecek.
Sorgu odası alacakaranlık. Melih, uzun masanın ucuna oturmuş, ben sağ yanındaki iskemledeyim, Emre ayakta. Tepedeki lamba, sadece Melih'in yüzünü aydınlatıyor.
Melihin geniş alnında geçmiş zamanda kalmış bir yara izi var. Uzun bir yara izi değil. Üç santim kadar. Parmaklarıyla beklemekten sıkıldığı için kendince ritim yapıyodu. " Yapma şunu " diye uyarıyor Emre. Öfkeli değil, görevini yapan bir polisin ciddiyetini taşıyor sesi. Melih'in karşı çıkacak hali yok, hemen bırakıyor, başını kaldırıp bir Emre 'ye bir bana bakıyor. Kahverengi gözleri çıkıyor ortaya . Işık fazla sert gelmiş olmalı, gözlerini kısıyor.
Yüzünde en az üç haftalık sakal var. Sağ göz çukurunun altında siyah bir ben var. Sorgu odasının sessizliğini Melih bozuyor.
“Beni buraya neden getirdiğinizi anlamıyorum. Ben bir şey yapmadım ki,” dedi şüpheli, sesinde hafif bir titreme vardı.
“Şşş, burada soruları biz sorarız, sen de cevaplarsın, anladın mı? Onun için biz bir şey sormadan cevap vermek yok.” diye uyardı Emre, ciddiyetini hiç bozmadan.
“Tamam komiserim,” diye kabul etti Melih, endişeli bir şekilde başını önüne eğerek.
Sorguya başlarken, odadaki sessizlik, gergin atmosferi daha da belirgin hale getiriyordu.
" “Melih, maktul Burak Çelik’i nereden tanıyorsun?” diye sordum, sorguya devam ederken.
“Ben Burak Bey’in mali işlerine bakarım. Hesap kitap işleri yani,” diye yanıtladı Melih, sesinde biraz endişe vardı.
“Kendisiyle sık sık görüşür müydünüz?” diye sordum, bilgi toplamaya devam ederek.
“Evet, aslında bugün de görüşecektik,” diye cevapladı Melih, biraz düşündükten sonra ekledi: “Ne için olduğunu söylememişti.”
“Kendisini en son ne zaman gördünüz?” diye sordum, zaman çizelgesini belirlemek için.
“Dün akşam. Bir çek işi için yarın sabah otele gel demişti. Ama geldiğimde sizi gördüm, sonra zaten anladım. Gerçekten çok üzüldüm. İyi insandı, yardım etmeyi severdi. Hatta bir yetimhaneye her ay bağış yapardı. Çok iyi insandı, çok,” diye içtenlikle konuştu. Ancak, üzüntüsü biraz yapay görünüyordu.
“Peki dün gece. Burak Bey’in yanından ayrıldığınızda, hiç şüphelendiğiniz bir durumla karşılaştınız mı?” diye sordum, olayın seyrini daha da netleştirmek için.
Biraz düşündükten sonra cevap verdi.
" Aslında evet. Otelde birini görmüştüm. Hırka giymişti başını örtmüştü hırkasının şapkasıyla."
" Şüphelenmedin mi ?"
" Şüphelendim başkomiserim, şüphelenmez olur muyum. Otelden çıktığında peşinden sessizce gittim. Bir yerde telefonla konuştu. Sonra beni fark etti. Sonrada hızlandı. En son şu otelin birkaç sokak ilerisinde eski konağa doğru gittiğini gördüm. Sonra karım aradı acil eve gel dedi eve gittim."
" Peki nasıl biriydi yüzünü gördün mü?"
“Vallaha komiserim, adamı hep arkasından gördüm. Hatta adam mıydı, yoksa kadın mıydı orasını da fark edemedim,” diye itiraf etti Melih, sesinde hafif bir karmaşa vardı.
“Nasıl yani?” diye sordum, şaşkınlıkla.
“Kendini hiç belli etmedi ki. Çok profesyonel bir şekilde adım atıyordu. Gördüm sanıyordum bir bakıyordum yok. Çok hızlıydı, ancak hırka giydiğini gördüm,” diye açıkladı.
“Hırkanın rengi neydi peki?” diye sordum, detayları belirlemeye çalışarak.
“Siyah,” diye yanıtladı Melih, sessizce.
“Peki Melih Bey, aklınıza başka bir şey gelirse bizi arayın lütfen. Buyurun, gidebilirsiniz,” dedim nazikçe.
“Merak etmeyin başkomiserim, ararım. Bu arada tanıştığımıza memnun oldum,” dedi Melih, teşekkür ederek ayrıldı.
Melih’in çıkmasıyla beraber, Şefkat içeriye girdi. Elindeki delil torbasını masaya bıraktı.
“Hoşgeldin Şefkat,” dedim, ona gülümseyerek karşılık verdim.
“Hoşbulduk başkomiserim,” dedi Şefkat, biraz soluklanarak.
“Ne oluyor, hayırdır? Olay yerinde bizim kaçırdığımız bir delil mi buldun yoksa?” diye sordum, merakla.
“Evet başkomiserim, buldum,” dedi Şefkat, yüzünde hafif bir heyecan belirtisiyle.
Delil torbasını yukarıya kaldırarak üçümüzede gösterdi.
" İşte bu arkadaşlar . Olay yerinde bir kolye bulduk. "
" Katilin kolyesi mi?"
Kolyei, güzel ve şık bir duruş sergiliyor. Kolyenin asıl odak noktası, sağlam bir zincir veya deri kayış üzerinde yer alan bir simge veya amulet olabilirdi. Bu simge genellikle kişinin kişisel tercihlerine ve yaşam tarzına bağlı olarak değişirdi. Kolyenin önündeki sembol düşmüş. Zincir, dayanıklı ve maskülen bir his verirken, deri kayış daha doğal ve rahat bir tarz sunardı. Zincirin halkaları genellikle mat veya parlatılmış bir metal ile işlenmişti ve her biri birbirine dikkatlice bağlanmıştı. Deri kayışlar ise doğal desenleri ve dokularıyla dikkat çekerdi, zamanla kullanımdan dolayı daha da karakter kazanırdı. Kolyenin amulet kısmı, genellikle kişisel bir anlam taşırdı. Örneğin, sembolik bir figür, bir hayvan ya da bir antik sembol olabilirdi. Bu amulet, erkeğin kişisel inançlarını, ilgi alanlarını veya yaşam felsefesini yansıtırdı. Amulet, genellikle metal veya taş malzemeden yapılmıştı ve ustalıkla işlenmiş detaylarla süslenmişti. Kolye, günlük yaşamın her anında rahatlıkla kullanılabilirdi ve hem klasik hem de modern tarzıyla her türlü giysiyle uyum sağlardı. Hem şıklığı hem de kişisel tarzı ifade etmesiyle, erkek kolyesi, güçlü bir ifade aracı olarak değer kazanırdı.
İpek’in sorusuna cevap vermek için Şefkat’in tuttuğu delil torbasını alarak konuşmaya başladım.
“Bunu sen öğreneceksin İpek’ciğim. Biz Emre ile şu eski konağa gideceğiz, sende araştır bakalım bu kolye kurban mı yoksa katil mi ait,” dedim, ciddiyetle.
“Emredersiniz başkomiserim,” diye cevapladı İpek, görevine hazır olduğunu belirterek.
“Ne eski gecekondusu başkomiserim?” diye sordu Şefkat, merakla.
“Sen içeriye girerken bir adam geçmişti, hatırlıyor musun?” diye sordum.
“Evet,” diye yanıtladı Şefkat, hafif bir şaşkınlıkla.
“O adam, olay gecesinde şüpheli bir tanık görmüş ve peşinden gitmiş. Şüphelinin, eski konağa doğru gittiğini görmüş,” diye açıkladım.
“Aynen öyle. Hadi hadi, tutma bizi,” dedim, aceleyle.
“Tamam, kolay gelsin,” diye yanıtladı Şefkat, hazırlıklarını tamamlamak için hızla harekete geçti. Artık her birimizin görevi belliydi ve olayı çözmek için birlikte çalışacaktık.
" Sağol . Çocuklar benim Faik bey ile görüşmeye gitmem lazım. Emre, sende MOBESE görüntülerinden incele bakalım doğru mu söylüyor. Gerçekten oraya giden birisi var mı yok mu ?"
" Emredersiniz başkomiserim."
" Eğer doğruysa gideriz beraber."
İpek ' i Şefkat' in olay yerinden getirdiği kolyeyi incelemesi için , Emre'yide MOBESE görüntülerini incelemesi için merkezde bıraktım. Bende Faik bey ile görüşmek için merkezden çıktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Başkomiser Yavuz "Son Telefon Konuşması"
General Fiction" Bu şehirde cinayetler bitmez başkomiserim." İstanbul Galata Emniyet Müdürlüğünün, Cinayet Büro Amirliğinde görev yapan üç polisin hikâyesi. Başkomiser Yavuz ve ekibi, kadim İstanbul şehrinde işlenen cinayetleri çözmeye çalışıyor. Serinin ilk kitab...