Sorgu odası her zamanki gibi yine alacakaranlık. Tepedeki lamba bir tek, Cemre’nin yüzünü aydınlatıyor. Ben bu sefer sorguyu siyah camın arkasından izlemeyi tercih ettim. Emre ayakta, İpek ise Cemre’nin karşısına oturdu. Cemre, sorgu masasına oturduğu andan beri ağlıyordu. İpek bu duruma sinirlendi. Birden bağırarak Cemre’yi susturdu.
“Kes be, yeter! Oturduğundan beri ağlayıp duruyorsun, sus,” diye sert bir tonla söyledi, elinin tersiyle gözlerinden süzülen yaşları sildi.
“Ben bir şey yapmadım,” diye ısrar etti Cemre.
İpek sahte bir gülümseme attı, karşısındaki katile. Sonra elinde okuyormuş gibi yaptığı, delillerin yazılı olduğu kağıtı sertçe masaya vurdu.
“Yalan söyleme. Elimizde kanıtlar var,” dedi sertçe.
“Ben bir şey yapmadım,” diye tekrarladı Cemre.
“Kızım, bak beni sinirlendirme. Ben sinirli biriyim. Elimde kalırsın. Düzgünce anlat. Neden öldürdün Burak Çelik’i?” diye sordu İpek.
Cemre iyice korkmuştu. Korkudan elleri titriyordu ve İpek’in gözlerine bakamıyordu.
“Ben onu...” dediği anda cümlesini tamamlayamadan duraksadı.
Cümlesini tamamlamadan Emre devam etti:
“Sen onu seviyordun. O da seni seviyordu. Peki, madem sen bu adamı seviyordun, neden öldürdün?” diye sordu Emre.
Uzun süre düşündükten sonra, Cemre cevap verdi:
“Beni aldattığını öğrendim. Bende sinirlendim. Gittim konuştum. İnkâr etti. Sonra gerçeği söyledi. Bana hakaretler etti. İşte, ‘senin gibi hizmetçiyi ne yapayım ben. Seni aslında hiç sevmedim’, gibi gururumu kıracak şeyler söyledi. Aslında haksız da sayılmazdı. Benim gibi, hizmetçiyle ne yapacak ki? Koskoca Çelik Holding’in varisiyle temizlikçi bir kadın olur mu hiç?”
“Sende gittin onu öldürmek istedin,” dedi Emre’nin sözlerini tamamlayarak.
“Evet,” diye itiraf etti Cemre.
Cemre’nin ağzı öyle söylüyordu ama gözleri yalan söylüyordu. Jest ve mimiklerinden belli oluyordu. Tavırları değişikti. Bulunduğum odadan, sorgu odasındaki telefonu aradım. Emre açtı.
“Emre, kadın yalan söylüyor. Bu kadın Burak’ı çok sevdiği bellli,” dedim.
“Ne demek istiyorsunuz başkomiserim?” diye sordu.
“Anlasana yahu Emre. Biri bu kadını tehdit etmiş. Burak’ı öldürmesi için. Evinde bulduğumuz o formülü hatırlasana. O formülü bilen biri neden kağıta yazsın, bildiği halde,” açıkladım.
“Anladım başkomiserim,” dedi Emre.
Telefonu kapatıp Cemre’nin yanına gitti.
“Bak Cemre. Biliyoruz, Burak ‘ı sen öldürdün. Ama ona sinirlendiğin için yapmadın. Seni tehdit ettiler değil mi?” diye sordu.
“Hayır, hayır, kimse tehdit etmedi beni,” diye yanıtladı Cemre.
Kim korkuttuysa iyi korkutmuş. Hâlâ inkâr ediyordu. Sorgu odasına ben de girdim. İpek sandalyeden kalkacaktı, omuzuna dokunarak kalkmamasını işaret ettim. Cemre benim gözlerime baktı merakla. Ellerimi masaya koyup, Cemre’ nin gözlerine derin bir şekilde baktım uzunca.
“Bak, kim tehdit ettiyse şöyle. Kimse sana hiçbir şey yapamaz. Seni koruruz, hadi söyle korkma,” dedim, onu cesaretlendirmeye çalışarak.
Biraz daha sıkıştırınca sonunda çözüldü.
“Eğer benim söylediğimi duyarsa, kardeşimi öldürür,” itiraf etti.
“Kim?” diye sordum, merakla bekliyordum.
Üçümüzde dikkat kesilmiş, Cemre’nin ağızından çıkacak ismi bekliyordu.
“Faik bey.”
Üçümüzde şaşkınlığımızı gizleyememiştik. Açıkçası, ben de beklemiyordum. Bir baba neden evladını öldürtsün ki? Böyle bir baba, baba sayılmaz. Emre ile İpek bana baktılar. Sonra İpek bize gerekli olan soruyu sordu.
“Peki, seni tehdit ettiğine dair bir kanıt var mı? Ses kaydı filan.”
Bir yudum su içtikten sonra cevapladı.
“Evet... Evet var. Telefonumda bir keresinde uyarmak için aramıştı. O aradığında sesini kaydetmiştim. Daha sonra beni ilk tehdit ettiğinde de, söylediklerinin yarısını kaydedebilmiştim. Tamamına yetişemedim.”
“Neden?”
“Benimle yanına çağırmıştı konuşmak için. O sırada beni tehdit edeceğini bilmiyordum,” diye açıkladı.
“Peki, konuşmayı nasıl kaydettin?” diye sordum, merakla.
Saatini çıkartıp sorgu masasının üzerine koydu.
“Saatim... Saatimin ses kaydetme özelliği var. Ona çaktırmadan kaydettim,” dedi.
“Süpersin Cemre,” dedim, onu cesaretlendirerek.
Cemre’nin verdiği delillerle dolu, gerilim dolu anlar yaşanıyordu. Delilleri alıp merkezden çıkarken, ekiplere haber vermek için telsizi kullanıyorduk.
“ Şeref, duyuyor musun, tamam?” dedim, ekiplere bilgi vermek için.
“Gayet net başkomiserim, tamam,” diye yanıt geldi.
“Sen ekibinle beraber, Faik Çelik’in evine baskın yapın,” talimatını verdim.
“Anlaşıldı başkomiserim, tamam,” cevap geldi.
“ Ahmet Can, sende ekibinle beraber diğer evine baskın yapın. Bir evi daha varmış. İpek konumunu atacak size,” diye devam ettim.
“Anlaşıldı başkomiserim, tamam,” dedi.
“Emre, İpek, bizde şirketine baskın yapacağız,” diye bilgi verdim.
“Emredersiniz. Ben konumu giderdim Ahmet Can’ a” dedi Emre.
“Güzel,” diye onayladım.
On beş dakika sonra, Çelik Holding’in önüne vardığımızda, Faik aceleyle şirketten çıktı. Şoförü kapısını açtı ve bizi fark etti. Emre arabadan inip seslendi.
“Faik !”
Ben de hızla arabaya indim ve şoförüne gitmesini söyleyerek arabaya bindim.
“Emre, hadi, bin bin bin,” diye aceleyle Emre’ye seslendim, arabaya atlayıp peşlerine takıldık.
Telsizimi alarak tekrar bir anons geçtim:
“Tüm birimlerin dikkatine. Şahıs şu an şirketinden çıkıp Şile yolu istikametine doğru gitmekte. Araç siyah Wolkswagen. Plakası...”
Plakasını söyleyecektim ki, bizim olay yeri inceleme minibüsü aracın önünü kesti. Şefkat olmalıydı, arabamızla arkasında durduk ve silahlarımızı çekerek indik.
Şefkat olay yerinin beyaz minibüsünden indi.
“Şefkat, aslansın kardeşim. Tam zamanında,” dedim.
“Ne demek, başkomiserim. Her zaman,” diye yanıtladı.
Faik arabadan inmedi. Onun bulunduğu aracın sağ arka koltuğunun bulunduğu camı tabancamla iki kere vurdum. Bana o pis bakışını atıp camını açtı.
“Vallahi ne yalan söyleyeyim. Gerçekten iyi oynadın. Söylesene, oğlunun öldüğüne üzüldün mü? Gerçi, benimki de bir soru. Senin gibi bir adamda nerede gezer? Çık, in arabadan,” dedim.
Arabadan indirip bileklerine kelepçeyi taktım.
“Faik Çelik. Suçunu söylememe gerek yok, sen zaten biliyorsun,” dedim.
“Bilmiyorum, Yavuz bey, biliyorum,” diye cevap verdi.
Telsizimle diğer birimleri uyardım.
“Tüm birimler, şahıs yakalandı, tamam.”
Araca bindirip merkeze götürdük.
Merkeze vardığımızda, Oktay müdür bizi karşıladı, yüzünde hafif bir memnuniyet ifadesi vardı.
“Hoşgeldiniz, Yavuz.” Diye kollarını açarak karşıladı bizi.
Ben de ona kollarımı açıp, gülümseyerek karşılık verdim. “Hoşbulduk müdürüm.” Dedim.
Müdürümüz, ekibimizi sarılarak, tokalaşarak tebrik ettiğinde, gözleri evlat katili Faik’e doğru kaydı. Bir karışıklık belirtisiyle kaşlarını çattı.
“Ulan, sen nasıl bir babasın be. Yazıklar olsun sana. Hiç içini sızlatmadı mı?”
Faik, sert bir ifadeyle karşılık verdi. “Size ne? Ben bunu yapmasaydım, onun bize yaşattığı utanç ile yaşayamazdım. Soyadımıza leke…”
Bu sözleri bitirmesine fırsat vermeden, Oktay müdür birden Faik’e tokat attı. O şiddetli ifadesiyle, adeta tüm olayın acısını yansıtıyordu.
“Başlarım sizin soyadınıza. Soyadında sende yerin dibine girin. Lan soyadın, oğlundan daha mı önemli cani herif? Allah bilir, pişman değilsindir. Pişman mısın lan? Pişman değilim de de yumruğu yapıştırayım ağızına.”
Faik, korku içinde müdüre bakıyordu, gözlerindeki titreme buna işaret ediyordu. “Pişmanım,” dedi neredeyse fısıldarcasına. Oktay müdür, bu cevapla yetindi ve hızla odasına doğru ilerledi.
Bu olay, bir sonraki sorguda bize büyük avantaj sağlayacaktı. Faik’in içinde bulunduğu korku ortamı, itiraf etmesini kolaylaştıracaktı. Faik’i sorgu odasına doğru götürürken, telefonum çalmaya başladı. Ekranda Alinamın ismi yazıyordu.
“ Hatun arıyor. Emre, siz gidin, ben iki dakika hatun ile konuşup gelirim,” dedim. Başını öne eğerek onayladı ve Faik’i alıp gitti. Telefonumu açtım ve Alina’yı aradım.
“Alo, Hatun,” dedim gülümseyerek.
“Yavuz, nasılsın?” diye sordu Alina.
“Güzelim, teşekkür ederim. Sen nasılsın?” diye sordum, yüzümde hafif bir gülümsemeyle.
“Teşekkür ederim. Şey, eğer bu akşam işiniz yoksa, akşam yemeğine gelsenize, sizin şu meşhur ekiple. ” dedi, sesinde samimi bir ton vardı.
“Tabii, Alina. Çok teşekkür ederim davetin için. Akşam yemeğine katılabiliriz,” diye cevapladım, içtenlikle.
“Harika olur! Saat kaçta gelirsiniz?” diye sordu heyecanla.
“Akşam yedi gibi orada olabilirim. Adresi gönderebilir misin?” diye yanıtladım, sabırsızlıkla.
“Elbette, hemen gönderiyorum. Görüşmek üzere, Yavuz,” dedi, sevinçle.
“Görüşmek üzere, Alina. İyi günler,” dedim ve telefonu kapatırken yüzümde memnuniyet ifadesi belirdi.
Telefonu kapatıp, sorgu odasına doğru gittim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Başkomiser Yavuz "Son Telefon Konuşması"
Ficción General" Bu şehirde cinayetler bitmez başkomiserim." İstanbul Galata Emniyet Müdürlüğünün, Cinayet Büro Amirliğinde görev yapan üç polisin hikâyesi. Başkomiser Yavuz ve ekibi, kadim İstanbul şehrinde işlenen cinayetleri çözmeye çalışıyor. Serinin ilk kitab...