Alacakaranlık sorgu odasına bugün ikinci girişimiz. Ben , Faik ‘in karşısına oturdum. Sogu odasında tek başımaydım. Uzun süre ikimizde konuşmadık. Karşımdaki adamda ne bir üzüntü, nede bir pişmanlığın zerresi yoktu. Sanki oğlu değilde , düşmanının ölümünün duygusunu taşıyordu.
Faik’in yüz ifadesinde ve beden dilinde herhangi bir değişiklik olmadı. Hâlâ duygusuz ve sakin bir şekilde karşımda duruyordu. Gözlerindeki donuk ifade ve beden dilindeki gerginlik, içsel bir çatışmanın işareti gibi görünüyordu. Ses tonu ise hafifçe sinirliydi, neden hâlâ orada olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sessizliği o bozdu.
“Beni hâlâ neden burada tutuyorsunuz?” diye sordu, ses tonunda biraz sabırsızlık vardı.
“Senden öğrenmemiz gereken birkaç bilgi var,” dedim, gözlerimi Faik’e dikkatlice dikerek.
Faik, sıkıntılı bir ifadeyle karşılık verdi:
“Herşeyi söyledim ya. Oğlumu öldürmesi için, Cemre’yi ben tehdit ettim.” Dedi durgun ve umursamaz bir şekilde.
Sözlerinin altında endişe ve huzursuzluk seziliyordu. Yüzündeki ifade, içinde karmaşık duygular barındırıyordu.
“Neden peki? Neden o gencecik adamı öldürttün lan!” diye sordum, sesimde nefret ve hiddet vardı.
Faik, başını hafifçe öne eğerek konuşmaya devam etti:
“O aslında benim için hayırlı bir evlat değildi. Heleki o utanç verici olaydan sonra...”
Gözlerinde hüzün ve pişmanlık belirtileri gözükmüyordu, sanki geçmişle yüzleşmekte zorlanmıyor.
“Bu yüzden sende ondan nefret mi ettin?” diye sordum.
Faik, bir an için sessiz kaldı, ardından iç geçirdi ve “Onun iyiliği için,” diye cevap verdi. Bu sözlerle birlikte yüzündeki ifade karışık duygularla doluydu, belki de içinde derin bir çelişki yaşıyordu.
“Onun iyiliği için mi? Peki o, sen ona böyle kötü davrandığın için ne kadar üzüldüğünü biliyor musun ha? O senin evladındı, evladın.” Dediğimde, sesimde biraz öfke ve hayal kırıklığı vardı. Yüzümde hafif bir hayret ifadesiyle onun tepkisini gözlemliyordum.
Faik’in yüzündeki ifade daha da karardı, ancak hala savunma pozisyonunda duruyordu. Cevabı sert bir tonla geldi:
“O da biliyordur ona öyle davrandığımın sebebini.” Derin bir nefes alıp gözlerimi ona diktim, bu kez daha ciddi bir ifadeyle.
Benim sabrımın sınırları zorlanıyordu.
“Faik efendi, babalık bu değil. Babalık, öyle sadece isim takmakla olmuyor yanlız.” Dediğimde, sesimde bir miktar hayal kırıklığı ve hafif bir öfke vardı. Yüzümde kararlı bir ifadeyle, onun tepkisini bekliyordum.
Faik’in cevabı, içimdeki öfkeyi daha da alevlendirdi.
“Yavuz bey, siz evli misiniz?” diye sordu, sesinde alaycı bir ton vardı. Gözlerimde şaşkınlık belirtileriyle kaşlarımı çattım, merakla ne diyeceğini bekledim.
“Hayır, neden sordun?” diye karşılık verdim, şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. Sesimde hafif bir tedirginlik vardı, onun neden bu konuya girdiğini anlamaya çalışıyordum.
“Babalığı benden iyi bilemezsiniz,” dedi, kendi fikrini savunarak. Bu kez yüzünde biraz alaycı bir gülümseme vardı, konuşmasında kendinden emin bir hava seziliyordu.
Faik’in sözlerini dinlerken, yüz ifadesi sertleşti ve vurgulu bir şekilde karşılık verdim:
“Emin ol senden iyi biliyorum. Sen benim oğlum, kızım yok sanıyorsunuz ama yanılıyorsun. Şu siyah camın ardında duran, Emre ve İpek varya. İşte onlar benim evlatlarım. Bende onların babasıyım. Ama ben, onlar bir hata yaptığında, onları senin yaptığın gibi cezalandırmıyorum. Onlar bir hata yapmışsa ben onlara yardımcı oluyorum. Yeri geliyor onların haberi olmadan ben düzeltiyorum.”
Bir süre sessizlik oldu, odanın atmosferi gerilmişti. Sonunda Faik konuşmaya devam etti:
“Ailemiz için bunu yapmak zorunda kaldım.”
Sözlerini duyduktan sonra kararlı bir şekilde cevap verdim:
“Sen ailen için yapmadın. Sen soyadın için öldürttün oğlunu.”
Faik hızla cevapladı, yüzünde bir kararlılık ifadesiyle:
“Ailemizin şerefini, itibarını beş paralık etti o.”
İçimdeki öfke arttı, ona karşı söyleyecek bir şey bulamıyordum. Sert bir şekilde yumruk attım. Oturduğu sandalye ile birlikte yere düştü. Yerdeyken yakasından tutup kaldırdım. Yüzüne sert bir tokat attım. İki kere daha aynı şekilde tokatladıktan sonra, başımı salladım ve emir verdim:
“Alın götürün şunu nezarete. Yarın mahkemeye çıkarsın.”
Sorgu odasından çıktığımda sinirliydım. Yardımcılarım kapıda beni bekliyordu ve bir bardak su getirerek sakinleşmemi sağladılar. Onlara teşekkür ederken, akşam yemeğine davetli olduğumuzu hatırlattım:
“Ha bu arada akşam yemeğe davetliyiz.”
Yardımcılarım şaşkın bir şekilde sordular: “Kime, başkomiserim?”
“Alina davet etti. Akşam hep beraber onun evinde akşam yemeğinde buluşuyoruz.” Dedim, biraz da moralimi yükseltmek için.
“ Tamam mı ?” dediğimde, Emre’nin ifadesinde biraz tereddüt vardı, ancak sonunda “Tamam başkomiserim. Mutlaka geleceğiz. Başkomiserim.” Diye yanıtladı.
Benim “Efendim.” Dediğimde, odaklı ve ciddi bir ifadeyle konuştuğumu göstermek için kafamı hafifçe öne eğdim.
“Sorgu odasından bizim hakkımızda söyledikleriniz için teşekkür ederiz. Siz de bizim yeri geldi, abimiz, yeri geldi babamız oldunuz. Sizi çok seviyoruz. “ dediğinde, İpek ve Emre’nin yüzlerinde samimi bir teşekkür ifadesi belirdi. Ben de gururlu bir gülümsemeyle onlara sarıldım.
“Ben gerçekleri söyledim.” Derken, sesimde biraz hüzün vardı ve ciddi bir ifadeyle konuştum.
Akşam yemeği sırasında, Alina’nın evinde buluştuk. Alina’nın yemekleri övmesiyle Emre’nin yüzünde memnuniyet ve lezzetli yemeklerin keyfini çıkarırkenki ifadesi görülebilir. Hep birlikte geçirdiğimiz mutlu akşamın ardından, yemeğin sonunda arabalara doğru yürürken İpek’in telsizine gelen cinayet ihbarı, benim yüzümde endişe ve kararlılık ifadesi yarattı.
“Bu şehirde cinayetler bitmez.” Derken, sesimde bir doyumsuzluk ve hayal kırıklığı vardı, çünkü bir sonraki cinayetin ne zaman olacağını bilemeyizdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Başkomiser Yavuz "Son Telefon Konuşması"
General Fiction" Bu şehirde cinayetler bitmez başkomiserim." İstanbul Galata Emniyet Müdürlüğünün, Cinayet Büro Amirliğinde görev yapan üç polisin hikâyesi. Başkomiser Yavuz ve ekibi, kadim İstanbul şehrinde işlenen cinayetleri çözmeye çalışıyor. Serinin ilk kitab...