Hizmetçi kadından, Cemre hanımın evinin adresini aldıktan sonra Emre ve İpek beni dışarıda bekledi. Ben ise Faik bey ile konuşmak için evde kaldım.
“Faik bey, size sormak istediğim bir soru var,” dedim, ona dönerek. Sesimde hafif bir ciddiyet vardı.
“Dinliyorum, Yavuz bey,” dedi, hafif bir endişe sesinde.
“Bize oğlunuz hakkında söylemediğiniz bir şey var mı?” diye sordum, sesimde biraz ciddiyet vardı.
“Hayır, yok,” dedi, ama sesinde bir tereddüt hissediliyordu.
“Emin misiniz?” diye tekrar sordum, ona dikkatlice bakarak.
“Eminim,” diye yanıtladı, fakat sesinde hala bir belirsizlik vardı.
“Benim kulağıma bir takım şeyler geldi oğlunuz hakkında,” dedim, gözlerimde bir merak vardı.
“Ne gibi şeyler?” diye sordu, şaşkınlıkla gözlerini açarak.
“Oğlunuz, en yakın arkadaşının sevdiği kadın ile ilişki yaşamış,” dedim, yüz ifadesini gözlemleyerek.
“Ha, evet. Bu utanç verici olayı söylemek istemedim. Olayın basına sızmasını istemediğim için gizli tuttum,” dedi, utançla sesinde bir ton vardı.
“Merak etmeyin, biz kimseye bir şey söylemeyiz. Ayrıca siz bu katilin kim olduğunu öğrenmek istemiyor musunuz?” diye sordum, gözlerimi ona dikerek.
“İstiyorum, tabii. Neden istemeyeyim?” diye yanıtladı, sesinde bir heyecan vardı.
“O zaman bize bir şey saklamayın. O para meselesini de biliyorum, ayrıca,” dedim, yüz ifadesini dikkatlice gözlemleyerek.
“Siz bu bilgileri nereden öğrendiniz?” diye sordu, şaşkınlıkla gözlerini irileştirerek.
“Biz polisiz, Faik bey. Bizden bir şey saklayamazsınız. Başka bir şey saklıyor musunuz?” diye ısrar ettim, ona doğrudan bakarak.
“Hayır, bir tek o olayı saklamıştım,” dedi, sesinde bir endişe vardı.
“Emin misiniz?” diye tekrar sordum, ona şüpheyle baktım.
“Gerçekten başka sakladığım bir şey yok,” diye yanıtladı, sesinde bir samimiyet vardı.
“İnşallah öyledir,” dedim, ona biraz daha güvenmeye çalışarak.
Cemre hanımın evi sakin bir mahallede yer alıyordu. Apartmanın dış cephesi sade ve bakımlıydı. Merdivenleri çıkarken her kattan farklı renklerdeki kapılar dikkat çekiyordu. Bizim katımıza ulaştığımızda kapıyı bulup zile bastık. Emre, merakla bana döndü.
“Cemre’den mi şüpheleniyorsunuz, başkomiserim?” diye sordu.
“Henüz emin değilim. Göreceğiz nasıl biriymiş,” dedim, düşünceli bir ifadeyle.
“Daha önce görmüş müydünüz?” diye sordu.
“Evet, Faik beye oğlunun ölüm haberini verdiğim gün görmüştüm,” diye yanıtladım.
Apartmana girdiğimizde sessizlik hakimdi. Asansör olmadığı için merdivenleri çıkmak zorundaydık. Yavaşça adımlarla üst kata ulaştık. Kapının önünde durup zile basmadan önce Emre’ ye döndüm.
“ Emre, sen içeriye girerken bir ara, evdeki temizlik malzemelerinden örnekler alabilir misin?” dedim.
“Tamam, başkomiserim,” diye cevapladı Emre, hazırlıklı bir şekilde. Sonra kapıya yönelerek zilin butonuna bastım.
“Ben bir şey yapayım mı başkomiserim?” diye sordu Emre, işbirliğine hazır bir şekilde.
“Sen notlar al. Kadının söylediği önemli şeyleri not al,” dedim, odaklanmış bir ifadeyle.
“Emredersiniz başkomiserim,” diye cevapladı Emre, defterini hazır bir şekilde çıkararak beklemeye başladı.
Emre zile ardı ardına çaldı ve bir süre sonra kapı açıldı. Kimliğimi gösterince biraz tedirgin oldu. Sonra polis olduğumuzu anlayınca ciddi bir ses tonuyla sordu:
“Buyurun ne için gelmiştiniz?” diye sordu, gözlerinde hafif bir endişe beliriyordu.
“Biraz uzun bir konu. Böyle kapı önünde konuşulacak konular değil,” dedim, içeri girmek istediğimizi belirtmek için.
İçeriye girmek istediğimizi anlamıştı. Bizi baştan aşağıya süzdükten sonra içeriye davet etti.
“Buyurun içeriye geçin o zaman,” dedi, kapıyı açarak yol gösterdi.
“Sağolun,” dedim, içeri adımımı attım ve Emre ile birlikte salona doğru yöneldik.
Cemre’nin evine adım attığımızda, geniş ve aydınlık bir salona girdik. Salonun duvarları nötr tonlarda boyanmıştı ve modern bir tarzda döşenmişti. Büyük bir koltuk takımı, karşısında düz ekran bir televizyon ve yanında zarif bir sehpa vardı. Salonun bir köşesinde, çiçeklerle süslenmiş bir kitaplık bulunuyordu.
Salonun diğer tarafında, açık bir mutfak vardı. Modern bir tasarıma sahip olan mutfak, parlak beyaz dolaplar ve granit tezgahlarla donatılmıştı. Tezgahın üzerinde mutfak eşyaları ve çeşitli ev aletleri düzenli bir şekilde yerleştirilmişti.
Mutfak ve salon arasında bir yemek masası bulunuyordu. Şık bir masa örtüsüyle örtülmüş olan masada, sandalyeleriyle birlikte oturma düzeni kurulmuştu. Masanın üzerinde birkaç çiçek vazosu ve zarif bir masa örtüsü vardı.
Salonun yanında, bir koridor uzanıyordu. Koridor boyunca, odalara açılan kapılar sıralanmıştı. Odaların kapıları beyaz renkteydi ve zarif bir şekilde süslenmişti.
Cemre’nin evi genel olarak temiz ve düzenli bir şekilde döşenmişti. Her detay özenle seçilmiş ve evin genel atmosferi sakin ve huzurlu bir his veriyordu.
“Ne ikram edeyim?” diye sordu, nazik bir teklifle.
“Bir bardak soğuk su alalım,” dedim.
“Tamam, getiriyorum,” diye cevapladı. Cemre mutfağa gidince, Emre’yi tekrar uyardım, fısıldayarak:
“Emre, Cemre gelince biraz sonra sen kalk, temizlik malzemelerinden örnekler al,” dedim, planı hatırlatırken.
“Aklımda, başkomiserim,” diye yanıtladı.
Cemre mutfaktan gelip sularımızı verdikten sonra, Cemre benim karşıma oturdu.
“Evet, konu nedir?” diye sordum.
Biraz bekledikten sonra, Emre oturduğu iskemleden kalktı.
“Cemre hanım, banyo ne taraftaydı?” diye sordu.
“İleride, solda,” diye cevapladı Cemre.
“Teşekkür ederim,” dedi Emre, sonra banyoya gitti.
Emre banyoya gittikten sonra tekrar sordu.
“Yavuz bey, konu neydi?” diye merakla sordu.
“ Belki duymuşsunuzdur, sizin, odasının temizliğini yaptığınız, Burak Çelik, dün sabah ölü bulundu. “ dedim
“Belki duymuşsunuzdur, sizin odasının temizliğini yaptığınız Burak Çelik, dün sabah ölü bulundu,” dedim.
“Ne! Nasıl, siz ciddimisiniz?” diye şaşkınlıkla tepki verdi.
Şaşkınlığı yapmacık gibiydi. Sanki ölüm haberini biliyordu.
“Şaka yapar gibi bir halim mi var?” diye sordum, sesim oldukça ciddiydi.
“Son iki gündür temizliğe gitmiyormuşsunuz, nedenini sorabilir miyim?” diye devam ettim.
“Hastaydım, onun için gitmemiştim,” dedi, sesi heyecandan titremeye başladı.
Yanakları ve kulakları belli etmemeye çalışsa da kızarmaya başlamıştı. Bu belirtiler yalan söylediğini gösteriyordu. Ama onu suçlamak için yeterli delillimiz yoktu henüz. Biraz daha sıkıştırmaya başladım.
“Peki, iki gün önce saat on bir, on iki sularında neredeydiniz?” diye sordum.
“Evimdeydim,” dedi.
“Şahidiniz var mı?” diye sordum.
“Hayır, çünkü evde tek başımaydım. Bunları neden soruyorsunuz?” diye karşılık verdi.
“Prosedür gereği. Yoksa sadece sizi değil, evdeki diğer çalışanlara da sorduk bu tür soruları,” açıkladım.
“Anladım. Arkadaşınıza isterseniz bir bakın, uzun süredir çıkmadı,” önerdi.
“Gerek yok, birazdan çıkar,” dedim, onu yatıştırmaya çalışarak.
Oturduğu iskemlenin yanındaki zigon sehpanın üzerinde duran Agatha Christie’nin kitabı dikkatimi çekti. Kitabı elime aldım.
“Anladığım kadarıyla polisiye seviyorsunuz,” dedim, kitabı inceleyerek.
“Evet, öyle. Siz?” diye sordu, konuyu değiştirerek.
“Bende polisiye seviyorum. En sevdiğim yazar da Agatha Christie,” dedim, kitaba olan ilgimi belirterek.
Bir şey demeden, kafasını sallayarak onayladı. Kitaba ayraç yerine lavanta koymuştu. Bence gayet güzel duruyordu kitapta. Kitabı yerine koyduktan sonra Emre koridorda göründü. Yanıma geldi. Sormadan edemedi Cemre:
“Emre bey, iyi misiniz?” diye sordu, endişe dolu bir ses tonuyla.
“İyiyim, teşekkür ederim,” diye cevapladı Emre, nazikçe.
Biraz daha oturduktan sonra kalktık.
“Cemre hanım, bu benim kartım, aklınıza bir şey gelirse ne zaman isterseniz arayabilirsiniz,” dedim, kartımı uzatarak.
“Tamam, Yavuz bey, iyi günler,” diye yanıtladı Cemre.
Arabaya binene kadar Emre ile bir şey demedik. Arabaya bindikten sonra rahatça konuştuk.
“Ne yaptın Emre, örnek alabildin mi?” diye sordum, onun titizliğini takdir ederek.
“Almaz olur muyum başkomiserim, aldım. Hatta tarağından saç telini de aldım,” diye yanıtladı, başarılı bir şekilde görevini yerine getirdiğini belirtti.
“İyi yapmışsın, aferin,” dedim, onu tebrik ederek.
“Siz ne yaptınız başkomiserim, nasıl geçti?” diye sordu, merakla bekliyordu.
“Olayları anlattım ama bir şey bilmediğini söyledi. Neden temizliğe gitmediğini sorduğumda ise hastayım dedi,” diye açıkladım, yaşananları özetleyerek.
“Allah Allah...” diye karşılık verdi, şaşkınlığını belirterek.
“Ama davranışlarından yalan söylediği belli. Bence bir şeyler biliyor veya bizden korktu,” diye düşündüğümü paylaştım.
“Bir şeyler biliyorsa alalım merkeze,” diye önerdi Emre.
“Hangi nedenle alalım? Elimizde kadını suçlayacak bir şey yok,” dedim, durumu değerlendirerek.
“Haklısınız başkomiserim. Bu vakada herkes bir şeyler gizliyor. Sizce katil kim çıkacak başkomiserim?” diye sordu, merakla bekliyordu.
“Bence hiç tahmin etmediğimiz biri çıkacak gibi geliyor. Sence katil kim?” diye karşılık verdim, onun düşüncelerini de merak ediyordum.
“Bence katil kim bilmiyorum ama inşallah şu Barış çıkarsa, o zaman onu demir parmaklıklar ardında o çirkin gülüşünü görürüm. O adama çok sinir oldum. Zengin diye o tavırları, sinir bozucu gülüşü... Çok sinir bozucu bir tip,” dedi, Barış’a olan antipatisini dile getirerek.
Havaya baktım. Hava, günün ilerleyen saatlerinde yavaş yavaş serinlemeye başlamıştı. Güneşin batışıyla birlikte gökyüzü turuncuya dönüyor, bulutlar altın bir renkle parlıyordu. Hafif esen bir rüzgar, ağaçların yapraklarını hafifçe sallıyor ve saçlarımızı okşuyordu. Gün boyu süren sıcaklığın ardından bu hafif esinti ve serin hava oldukça rahatlatıcıydı. Güneşin son ışıkları, gökyüzünü mor ve pembeye boyarken, günün sona erdiğini hissettiriyordu. Ağaçların gölgesindeki yollar, bu saatlerde huzurlu bir atmosfere bürünmüş, hafiften durgun bir hava hakimdi.
“Emre, havaya bak,” dedim, ona dikkat etmesini söyledim.
Havaya bakmasını istediğimde, Emre bir an şaşırmış gibi göründü. Gözlerini havaya dikti, ardından şaşkınlıkla kaşlarını çattı. Dudakları hafifçe açıldı, belki de günün hızla geçtiğine şaşırmıştı. Bu ani isteğim onu şaşırtmış olmalıydı çünkü bir anlık donup kalmış gibiydi. Sonra, şaşkınlığına rağmen hafif bir gülümseme belirdi ve başını salladı, akşam olduğunu kabul ederek.
“Akşam olmuş başkomiserim. Zaman ne çabuk geçiyor,” diye cevapladı, zamanın nasıl hızla ilerlediğine dikkat çekerek.
Arabayı çalıştırıp, merkezin yolunu tuttuk. Yeni gelişmeler için merakla bekliyorduk. Büroya girdiğimizde, İpek masasından kalkarak karşıladı bizi.
“ Hoşgeldiniz başkomiserim. Emre nerede?” diye meslektaşını sordu.
Ofisimin kapısından içeri adım attığımda, İpek karşımda belirdi ve hemen sordu: “Hoşgeldiniz başkomiserim. Emre nerede?” Sorusuyla, meslektaşının nerede olduğunu merak ettiği belli oluyordu.
“Hoşbulduk İpek,” karşılık verdim, gülümseyerek. “Emre, Cemre’nin evinden aldığımız örnekleri, incelemesi için laboratuvara gitti,” dedim, İpek’e durumu açıklayarak.
“Anladım. Bende birazdan çıkacaktım,” dedi, kendi işlerini halletmek üzere hazırlandığını belirterek.
“Gel bırakayım seni istersen,” teklif ettim, onu evine rahat gitmesi için aracımla bırakmak istediğimi ifade ederek.
“Olur,” diye kabul etti İpek, teklifimi memnuniyetle karşıladı.
Emre’yi aramak için telefonumu çıkardım ve numarasını tuşladım. İkinci çağrıda telefonunu açtı.
“Ha alo Emre. Biz çıkıyoruz, sende oradan eve geçersin tamam mı?” diye sordum, ona günün planını aktararak.
“Tamam başkomiserim,” dedi, görevinin ne olduğunu bildiğini belirtti.
İpek’i evine bıraktıktan sonra, eve dönmek için yola çıktım. Bir süre sonra evime geldiğimde, kendimi yatağımda buldum, yorgunluktan hemen uykuya daldım. Sabah, erkenden uyandım, zira önemli bir günün başlangıcıydı. Bugün, katili yakalayacaktık
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Başkomiser Yavuz "Son Telefon Konuşması"
Fiksi Umum" Bu şehirde cinayetler bitmez başkomiserim." İstanbul Galata Emniyet Müdürlüğünün, Cinayet Büro Amirliğinde görev yapan üç polisin hikâyesi. Başkomiser Yavuz ve ekibi, kadim İstanbul şehrinde işlenen cinayetleri çözmeye çalışıyor. Serinin ilk kitab...