intihar

6 1 0
                                    

merhaba canım,

en az benim kadar yorgun ve kanamalı satırlar okuyacağın konusunda emin olmanı isterim. o yüzden bu mektubu okurken yanında birilerinin olması ve bir de kolonya olması ricamdır. ve mektup bittikten sonra dik durman. tıpkı sahip olduğun gururun gibi. o gurura yakışan bir tavır takınman... bu senden seni istememin haricindeki ilk isteğimdir...

bir makalede okumuştum, insanın iç organları kendi biyolojik yaşından daha ileride olabiliyor. otopsiden sonra sen de göreceksin ki iç organlarım benden yıllarca ileride yaşayan sakatat birliğinden öte değil. yani çok yorgunum. yani çok yoruldum. kırgın ve kanamalıyım. oysa o kadar çok bağırmıştım ki gözlerimle gözlerine, kanamalı bir hasta için acilen ellerin gerekiyor diye. duymadın. o anons yapılırken kulaklığını takıp çarpık müzisyenlerin yapmaya çalıştığı o salak notalara kulak verdin...

inan ki, -bilemiyorum neden inanasın ama- çok mücadele ettim. fazlaca. bunca umutsuzluğa rağmen hep bir gün kafamı suyun altından çıkartıp nefes alabileceğimi düşündüm. zaman zaman bunun için tanrıyı kullandım. dua ettim. o da insanlar gibi davrandı. sırtını döndü. insanlara gelince, onlar bu konuda tanrıdan daha profesyonel çalışıyorlar. daha vurdumduymaz takılıyorlar. eminim ki otopsiden çıktıktan sonra ben, hepsi yanıma geleceklerdir. hepsi tarafından sevileceğimdir derin bir sevgiyle şüphesiz!

şunu da bilmeni isterim, en çok kanı kardeşlerim için döktüm. onlar nimet gibiydiler. şükranlarımı sundum tanrıya onlar için, onları kutsadım. onlar ilk fırsatlarında göğsüme bıçaklar batırıp kaçtılar. uzaklaştıkları yerde, kalabalığın arkasından parmaklarıyla beni işaret ettiler. suçlu göründüm. sesimi çıkartacak gücüm yoktu. suçumu kabullenmiş sayıldım...

sonra kadınlar. onlar da kardeşlerime öykündüler. daha derin yarıklar açtılar göğsümde ve gönlümde. kullanılmaz hale getiriline kadar ruhum, mücadele ettim. kendimce büyük bir mücadele örneği gösterdim. diğerlerine göre kılımı dahi kıpırdatmayan, işe yaramaz bir serseriydim. yaşamak için mücadele etmem gerekiyordu. öyle dediler. oysa yaşamak için öncelikli olarak, gerçek anlamda nefes almak gerekiyordu. ben göğsümü dikmeye çalışıyordum bir elimle, diğer elimle de boğazımdaki yüzlerce eli çekmeye çalışıyordum. çünkü nefes alamıyordum.

sonraları biraz aklım başıma gelir gibi oldu. her kadında annemi, her insanda aile kavramını aramayı bırakmam gerektiğine karar verdim. çünkü her tanıdığım insan ailem gibi görünüyordu, her kadın annem gibi görünüyordu sonra bu görüntüler annem ve ailem gibi davranıyordu. siktir olup gittiler!

bazı geceler bunun bir lanet olduğunu düşündüm. bu durum, tanrının bana günümü gösterme şekliydi. ağzımın ortasına bir yumruk çakma durumu hani. anladın? iyi bir adam olmaya gayret ettim. yalan söylediğim de oldu. sonra kaliteli bir aptal gibi bu yalanı kaldıramayıp kendimi ihbar etmek, "ben yalan söyledim şu konuda" diye. filmlerde görüyordum. böylesi ihbarlar affediliyordu. sonra gerçek yaşamın böyle olmadığını, o yalanın devam etmesi gerektiğini gördüm. film izlemeyi bıraktım o gün. aldatıcı bir şeyler sokuyordu çünkü o filmler zihnime.

neyse. konu çok fazla uzuyor... başka yerlere doğru gitmesini istemem...

neden var olduğumu sorgulamakla geçti şu çeyrek asır. bir o kadar da boktan... sorgulayın dedi kitaplar. sorun ki, öğrenesiniz. bazı zamanlar kitap okuduğum için nefret ettim kendimden. cehaletin mutluluk olduğuna katıldım. öğrenmeseydim, bilmezdim. bilmeseydim, hayatın bana sunduklarıyla yetinebilirdim. daha iyisi olmalı, yapabilirim diye kendime yalan söylemek zorunda kalmazdım. yalan söylemek zorunda kalmasam, bu kadar mücadele içine girmezdim. enerjim nefes alışverişlerimde kullanılmak üzere depolanırdı vücudumda...

inan, tanrıya ulaşmayı da denedim. bulutların arasındaki o yüce adamdan yardımlar istedim, bağırdım, çağırdım, ağladım. kızdığım, öfkelendiğim zamanlar da oldu. ama o ne sakinliğime cevap verdi, ne öfkeme ne de herhangi bir şeye. sanki bir putla konuşuyormuşum hissini cebime sokuşturup gönderdi. istediklerimi vermesi önemli değildi aslında, oturup benimle konuşsaydı yeterliydi. rahatlamış olurdum en azından. herhangi bir gerekçe de istemezdim. ciddiyim.

neyse...

en çok içimi acıtan şey, hayatımı mükemmele taşıyacak şeyler için artık yaralanmayacak olmam. psikopat bir düşünce gibi duruyor bakınca ama... belki de çöplerin içine kafamı sokup bir parça yiyecek ararken haylaz piçler tarafından tekmelenmeye bağımlı olmuş bir sokak köpeğiyimdir. böyle bir şeye evrilmişimdir. kim bilir ki...

mesela artık o sahil kasabasındaki bahçeli müstakil evim olmayacak, o sahil kasabasında ufak bir çay ocağında esnafa çay satıp akşamları şarap paramı çıkartamayacağım. hafta sonları akşamlarında o bahçede rakı masası kuramayacağım, ağustos böcekleri eşlik etmeyecek o akşam dinlediğim müzeyyen senar plaklarına. ve fırtınalı kış aylarında, sonbahar akşamlarında hüzünlü şeyler düşünüp sana mektuplar, sana şiirler, sana bir şeyler yazamayacağım ağlayarak...

ve işte, geliyorum cehennemin ön gösterimini anlatmaya...

bir kız çocuğunun bana baba diyemeyecek olması, bu yolculuğun en ağrılı tarafı oluyor. evet. sevdiklerimden, her sabah kahırla uyandığım şu üstümdeki mavi gökyüzünü bir daha göremeyecek olmamdan, bir kadeh rakıyı bir daha içemeyecek olmamdan daha acı bir durum. pia'nın vücuduna dövme yaptırmasını göremeyecek olmak, yaşı geldiğinde bir sevgilisinin olmasını göremeyecek olmak, o sevgilisiyle kavga ettiğinde bana sarılıp ağlamayacak olması ve o gece kızımla sarılıp beraber uyuyamayacak olmamız, onunla bazı konularda tartışamayacak, kavga edemeyecek olmam ve en önemlisi öyle bir kızın olmayacak olması... bu işin tedavi edilemeyecek tek ağrılı tarafı sanırım. bu yüzden kalbim kırık vedalaşmak zorundayım.

sen şimdi, bu mektubu okuduktan dakikalar sonra gözlerin gibi bakmalısın hayata. biraz su, biraz yeşil. beni unutmanı istemem. ben olsam unutmazdım ancak sana yazdığım güzel şiirlerle, güzel mektuplarla hatırla beni. karşında nasıl çocuklaştığımla hatırla. nasıl titrediğini içimin ellerin yüzüme dokunduğunda... öyle bir şeyler işte. yelkenlerin dolmalı ve ilerlemelisin buradan, bu talihsiz olaylardan alabildiğine uzaklara gitmelisin. gerekiyorsa rotanı kaybet, rotanı şaşır. ve her fenerin verdiği sinyale güvenme. karşına mutlaka seni sarıp sarmalayacak bir fener çıkacaktır. sabret. ben sabredemiyorum. kızma. ve senden ricam, kimsenin yüzüne benim yüzüme dokunduğun gibi dokunma. illa ki dokunacaksan birinin yüzüne, benim gibi yüzüne dokunduğunda titremesin. içini titreteme kimsenin. ki boşa gitmesin bu tavrım. bir gün bir kızın olduğunda mesela, onunla kavga et. ve sonra sarıl. beraber ağlayın. vücuduna dövmeler yaptırmasına müsaade et, sevgilisinden ayrıldığı efkârlı akşamlarında oturup onunla rakı iç! sonra beraber sarılıp uyuyun. ağlayın. onu teselli et. sigarayı az iç. ve her sabah uyandığında, zor da olsa gülümse şu mavi gökyüzünün altında.

son olarak,

bir sahil kasabasında yaşamanı isterim. sevinçle, mutlu uyanmanı her sabah. mevsim sonbahar dahi olsa. sonbahar demişken, o mevsimde şayet oralarda yaşarsan, yorgun veya yaralı göçmen kuşlarını sev. cemal süreya'yı da... onların gagalarını öp. kanatlarını okşa. cemal süreya'dan dizeler oku onlara ve beni hatırla, sana kavuşmak için göçmekten vazgeçen bir kuş olduğumu falan.

öyle işte...

şimdi ben bu talihsiz hikâyenin ortasında çıkıp gitmeliyim. tarihi benim gibi kaybetmeyle dolu, hepsinin rezil bir sonu olan diğer insanlara katılmalıyım. yıldızlı yaz akşamlarında gökyüzünde, ağaçların öldüğü sonbahar akşamlarında sararan, uçuşan yapraklarda, ilkbaharda açan çiçeklerin içinde, kışları da düşen yağmur tanelerinde beni bul. ben onların içinde olacağım hep...

ve bir mezar kazıcısı, her pazar sabahı oralara bir yerlere, toprağın hemen üstüne bir kalanşo demeti bırakmalı...

Hiç Kimseye MektuplarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin