Kim?

12 1 0
                                    

sevgili hiç kimse
mektubuma başlamadan önce belirtmeliyim ki, bu mektubu okuyanın hiç kimse olması, sensizlikten ve bensizlikten sıkılmış kaleme kağıda bir anestezi etkisi yapacaktır.. uzun zaman önce kendilerini tozlarla ve raflarla tanıştırdığımızda, yadırgamadıkları yeni yerlerinde artık unutulduklarını hissettiklerinden sonra tekrar hareket ediyor olmalarına onlar kadar ben de çok sevindim.
ne gariptir ki, bazen boş yere kağıt doldurup kalem harcayabiliyor bu "ben".
bazen sınırsızlığın da ötesine geçip klişeleri şaşırtmak gibi bir alışkanlığı vardır ben'in. 'alışkanlıklar kötüdür' diye düşünürüm ama hemen ardından "istisnalar kaideyi bozmaz" sözleri gelir aklıma. bozulmayan düzenin "kurallar bozulmak icin konur" mottosundan yola çıkarak bozulması gerektiğini de üstüne ekleyerek kendi kendime çeliştiğimin farkındayım.. amacım seni sıkmak değil hiç kimse. amacım kendimi sıkıp içimdekileri dışarı atmak.. ama ben de kendimden sıkılıp dışarı çıkmak istiyorum. kendimi sıksam sıksam, bir şekilde dışarı çıkabilir miyim?
iki gün önce çok ıssız bir yere gittim. evden dışarıya çıktım. bir kaç dakika dolanıp geldim. iki dakikada nasıl bu kadar ıssız bir yere gidebildiğimi merak ediyorsun değil mi? aslında herkes gibi ben de ıssızlığın bir kenarında yaşıyorum.. tam ortaya geçtiğimde, maksimum ıssızlığı hissediyorum dostum. bazen sahneye çıkıp, seyirciye bakmak gerekir. iki gözün, onlarca göze bakması kadar farklı bir şey yoktur. istersen sahneye çıkmadan da sana bakan bir çok göze bakabilirsin.
bazen de gecenin bir saati, karanlık odanda yatarken tavanda ararsın o gözleri.. belki sana bakıyorlardır, ama göremiyorsundur.. görmek istersin. ama aynı zamanda onları karanlıkta görmek istersin..
hiç kimse, hiç korktun mu? ya da korkuyu hissedebilmeyi istedin mi? özlenmeyi? unutmaya çalışmak istediğin bir şeyle tanışmayı, onu çok sevmeyi, sonra ondan uzaklaşmayı ve ondan ayrılmayı? sonra onu unutmaya çalışıp onu unutamamayı istedin mi? sence bu çok mu sıradan? belki de yaşamak isteyip de yaşayamadığındandır.. peki sence çok mu heyecanlı ve çok mu istediğin bir şey? belki de yaşamak isteyip de yaşayamadığındandır..
bu dünyada aslında yaşanması gereken bir çok kıymetli şey var. hatta bu dünyaya göre fazla kıymetli olduklarını düşündüğüm şeyler bunlar.. ama bunlardan sadece biri bence en kıymetli ancak bu dünyada olması gerekendir. hani diğerleri fazla kıymetliler ve bu dünyada olmamaları gerekirdi.. ancak müzik onlar gibi değil, bu dünyaya fazla geliyor ama burada da olması gerek.. duymadan yaşamak mümkün değil, hiç kimse.. duymamak, duyamamak kötü ve zor bir şey.. duymadan geçen her saniyenin anlamı, bunu yaşamış-yaşamamış olanlar için gerçekten büyük ve ağırlığı taşınamayacak derecede.
bu mektupların sürekli hareket halinde olacağından yola çıkarak bir miktar sesimden de gönderiyorum sana. eğer sesim sana, atmosferi yeteri kadar dolaşamadan ulaşırsa onu bir süre daha serbest bırak. yeteri kadar gezindikten sonra sana ulacaşak, o zaman bir anlam taşıyor olacak senin için..
ıssızlığımın yazıyı keşfetmesinden sonra başka başka şeyleri de keşfetmesini bekledim. ama bir yere kadarmış, keşfe yalnız çıktım. sınırlarımın çevrelediği dar bir çemberde dolandım durdum bir süre. sonra gökyüzüne baktım, beni izleyen gözün merhametine inandım önce. sonra salt inanmanın bir şeyi değiştirmediğini gördüm, çemberin sadece ufak ufak büyüdüğünü gördüm. oysa ki bir çıkış bulup gerçek dünyayla veya yalan ölümle yüzleşmek istiyordum ben.
bunları yaşamayı istemek bazen nelere mal oluyor biliyor musun? bazen ruhunu kaybetmeye, bazen kişiliği bazen insanları kaybetmeye kadar varıyor.
bazen sesi de kaybediyorsun -ki bu beni en çok rahatsız edendir- ve o zaman yönsüz kalıyorsun. yönünü bulmak için ilkel yöntemler denemek istiyorsun ve görüyorsun ki sen kendin, o yöntemlere göre daha ilkel kalmışsın.
bazen acılarla karşı karşıya kalmak, anlamsız bekleyişin zamanla oynamaya kalkışması, hayatındaki bazı değerlerin gereksizce küstahlaşması sonucu saçların insanları taklit etmeye başlıyor. önce solup sonra düşüyorlar. renksiz, soluksuz kalıyorlar.
oysa ki küstahlık insanlara mahsus zannederdik biz. oysa ki sadece insanlar soluksuz kalırlar diye bilirdik. işte kalıplarımızın doldurduğu bir çember, işte içi dolu bir sürü boş gereksiz detay, bir sürü gereksiz "anlamsız bekleyiş".
kimi zaman "içi dolu" ama boş detaylara neden takıldığımızı düşünürüm.. belki de "içi dolu" görünmeleri bizi çekiyordur. dışarıdan bakınca "içi dolu" görünen bir çok şeye ilgimiz fazladır genelde.. küçükken cips alırdık kendimize. paketleri havayla şişirilmiş, kocaman olurdu.. açtıktan sonra yaşanan ufak hayalkırıklığı, büyüdükçe büyüyen "içi dolu" görünenlere olan ilgimizi büyütmedi.. hayal dünyamızı küçültmüştü belki de.. ama nesnel ilgi hala aynı doğrultuda, hala "daha fazlasını iste"mek için kendine meşgale arayan büyük bebeklerle dolu çevremiz.
işte hiç kimse, böyle bir ıssızlığın ortasında olabilmek bazen şans, bana göre. ama bazen de tam ortada durup sadece simetriyi sağlayan bir eleman oldğumu düşünmekten kendimi alamıyorum.
işte böyle dostum, bazen "kimse" olmak gerekmiyor.. insanlar olamadıklarını olmak ister ya da sahip olamadıklarına sahip olmak isterler. bilmek gerekir ki geri dönüşü olmayan şeyler de vardır bunların arasında. bence sen de böyle kalmaya devam et, senin olmak istediğin şeyin de geri dönüşü olmayabilir.
hiçlerine ve kimselerine iyi bak.

Hiç Kimseye MektuplarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin