Duman,
Haberin yok ölüyorum"Aptal mısın sen?" Hakkai, stüdyonun ortasında dört dönerken aniden bağırmıştı. Bir an duraksamış, olanları idrak etmeye çalışırcasına gözleri dalmıştı. Öylece dondum. Ne diyebilirdim?
"Cevap ver, aptal mısın?"
"B-ben.. sadece-"
"S-sen sadece ne! Ne bu yaptığın? Sana mı kaldı? Senin üzerine mi düşerdi? Cevap versene bir?"
"Sadece yeteneğini göstermek istedim, benim kötü bir amacım yoktu. Cidden yoktu."
"Yine de seni ilgilendiren bir şey değildi. Hiç olmadı. Olsaydı, eğer olsaydı derdim. Ama demedim, değil mi?"
"Baksana, boş ver."
Ellerini sinirle sallayıp sırtını döndü. Yüzünü benden uzağa çevirmesine alınmadım değildi keza gözleri hep suratımda gezinirdi ve ben buna alışmıştım. Beni izleyen ve hareketlerimi takip eden bir çift iris ile yaşamıştım şimdiye dek.
Yine de arkasını dönüp gitmesine engel olamadım. Olmadım desek daha doğruydu. Haklıydı, dudaklarımı birbirine bastırıp ellerimi ovuşturdum.
Doğru düzgün yapabildiğim ne vardı ki zaten? Aheste adımlarla peşinden, dışarıya çıktım. Sinirle uzaklaşmasını, gidişini izledim. Gözlerim yandı, rüzgardan olduğunu sanmış gibi yaptım. Burnumu çekip ellerimi cebime soktum ve eve döndüm.
Eklemlerim katılaşmış gibi paltomu dahi çıkarmaya güç bulamayarak yatağa uzandım. Gözlerimi tavana dikerken, daha kötü ne olabilir ki, diye düşünmemek için çaba sarf ettim. Böyle zamanlarda evrenin yapabileceklerini hafife almamak lazımdı.
Hava karardı, ay gökyüzüne asıldı ve ben öylece yatmaya devam ettim. Kızlar yanıma geldi, çevremde dolandılar. Sanırım acıkmışlardı. Dolaptan bir şeyler almalarını söyleyip geri yolladım.
Canım hiçbir şey istemiyordu. Çocuk bakmak, evi toplamak veya yemek yapmak. Okula gitmek, okuldan dönmek ya da birilerine selam vermek.
Boğazımda düğümlenen yumru, yutkunmama engel oluyordu. Gece yarısında yataktan kalktım. Aynı kıyafetlerle dışarı çıktım, sokağı geçip durmadan yürüdüm.
Onu görmeyi bekliyordum. Şu garip görünüşlü, her yerden fırlayan adamı. Ama onu bulamadım. Sanırım beni kaderimle baş başa bırakmak falan istiyordu. Müthiş.
Hava iyice soğumuştu, gözlerim yanıyor; kulaklarım ve boğazım alev alıyordu sanki. Hastalanmaya davet çıkarıyordum ama umurumda değildi. Şurada düşüp ölsem dahi de olmayacaktı. Kendi kendini bitiren, çok akıllı insanlardandım işte. Ne beklenirdi ki benden?
Denize karşı konuşlu banklardan birine yayıldım. Rüzgâr yüzüme vuruyor, dalgaların öfkesi içime işliyordu. Gökyüzü hiç olmadığı kadar karanlıktı, kapkara bir örtü çekmişti üstüme. Yıldızlar da ayın peşine takılmış, göğü bir başına bırakmıştı. Gülümsedim, yalnız olan tek kişi ben değildim.
Orada ne kadar oturduğumu, ne yaptığımı bilmiyorum. Sadece oturdum. Düşünmedim, üzülmedim ya da hareket etmedim.
Gökyüzünün rengi değişmeye, sevdiğine, güneşe kavuşmaya başladığında yerimden zorlukla kalktım. Kemiklerim kaskatı kesilmişti, adım atacak mecalim yoktu. Dengemi kaybedip düşsem ne güzel olurdu..
Acelesiz adımlarla eve döndüm. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu, ağzıma lokma koymamıştım ve uykusuzluk bütün kötü yan etkilerini göstermeye başlamıştı.
Çok geçmeden kızlar uyanırdı. Bugün okula gitmeseler de olurdu. Üzerimi çıkarmaktan vazgeçerek yatağa girdim. Yorganı bacaklarımdan yukarı çekecek mecali bulamayınca gözlerimi tavana dikip uyumayı bekledim. Onu da başaramadım.
Takashi Mitsuya, o gün ki tüm hareketlilikten uzakta, odasının soğuk dört duvarı arasında; en doğru tabirle, can çekişiyordu.
Ben ne mi yaptım? Hiçbir şey. Hikayenin büyük bir kısmını ondan dinlediğinize göre benim de konuşmamın zamanı gelmiştir.
Açıkcası ona çok kızdım. Belki de yiten hislerimin de buna etkisi vardı ancak, öyle olmasa bile deliye dönerdim.
Defterlerim, şarkılarım benim özelimdi. Sadece bana aitti. İçindeki tüm aptalca aşk mısraları, gereksiz çektiğim acıların hepsi benimdi ve onları bir başkası ile paylaşmaktan duyduğum utancı kelimelere dökemezdim.
Profesör beni yanına çağırdığında panikten yürümeyi bile unutur gibi olmuştum. Ellerim titriyor, mahcubiyetim boyumu aşıyordu.
Adamın gülen gözleri karşısında apayrı bir şaşkınlığa düşmedim değildi. Şöyle bir baktı suratıma, sanki Mozart'ı kanlı canlı görüyordu.
"Böyle bir yeteneği nasıl saklarsın, anlamadım." dedi. İfadesindeki samimiyet suratından akacak, yerde bir gölet oluşturacaktı. Yutkunamadım.
"Sahne almanı çok isterim," diye ekledi. "Senin gibileri kapmak için deli olan insanlar tanıyorum Hakkai."
Cevap vermedim, aslında veremedim. "Ne yapayım..?" anlamazca mırıldanışım profesörün suratında daha büyük bir tebessüm oluşturdu. Sırtımı sıvazlayıp odasını işaret etti.
Profesörle uzun uzadıya konuştuk. Beni birkaç arkadaşına önereceğini, şarkıları seslendirmek istemezsem satabileceğimi falan söyledi. Bir anda gözdesi olup çıkmıştım, yanaklarım al al olmuş, hayatımda hiç duymadığım kadar övgü cümlesini o dakikalarda işitmiştim.
"Arkadaşın," dedi duraksayarak. "Bir teşekkür et ona, çok peşimde dolandı yazdıklarına bakayım diye. İyi ki inat etmiş, yoksa pişmanlık duyacağım bir başka şey daha olurdu."
Anlamlı anlamlı başını sallayıp masasında geriye yaslandı. Dudaklarımı ısırıp ellerimi ovuşturdum. Teşekkür?
Sanırım o kadar lafın üstüne, bir teşekkür cidden de fena olmazdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
wish i never , mitsukkai
FanfictionHakkai, onu hiç sevmemiş olmayı diledi. Dileği gerçekleşti. Belki. // not angst, fluff, university au, contains side ships ( bajifuyu, draemma, takemikey etc. ) comedy?