Bir

188 17 26
                                    

Hava çok sıcaktı.

Yerli halkın Yedişeytan diye adlandırdığı, denizden yüksekliği kırk metre, yerden yüksekliği de on metre olan Kuu Deniz fenerinin çevresinde feneri ziyarete gelen misafirler için yerleştirilmiş bir sürü bank vardı.

Lee Siyeon da bu banklardan birine, uçurum kenarına en yakın olanında, oturuyor, sekiz yıldır yüzünü bile görmediği eski ortağını bekliyordu.

Seul'den buraya kadar yirmi saatin üzerinde araba kullanmıştı, olduğu yere sızmamak için büyük bir çaba sarf ediyordu.

Kızgın ağustos güneşinin tam tepesinde parlamasıyla iyice fenalaşacak hale gelmişti. Öyle ki denizden esen sert rüzgar bile ayılmasına yardımcı olamıyordu. Parmaklarını alnına yapışmış siyah saçlarından geçirerek kâküllerini düzeltti. Üstünde yolculukta giydiği sarı, keten gömlek ve ikinci derisi haline gelen siyah, kumaş pantolonu vardı. İkisini de yırtıp atmak için büyük bir istek duyuyordu.

"Kilo mu aldın sen?"

Yüksekten düşüyormuşçasına irkilerek gözlerini açtı Siyeon. Uykuya ne zaman daldığını hatırlamıyordu, uzun sürmemiş olmasını umdu. Üzerindeki sersemliği atmak için bir süre beklemesi gerekti, öyle ki kendisine uzatılan kahve bardağını görmedi bile.

Yanına oturan uzun bedene bakarken yüzünü memnuniyetsizce ekşitti. Kendisine iyi davranmayan yıllar ona hiç dokunmamıştı sanki.

Park Chanyeol, akademideki sıra arkadaşlığından başlayarak istifasına kadar birlikte çalıştığı adam, neredeyse hiç değişmemişti. Güneş yüzünden yanan buğday teni ve bütün yüzünü kaplayan birkaç günlük sakalları havasını değiştirse de Chanyeol, aynı Chanyeol'du. Kumral saçları, o zamanlardaki gibi dalgalıydı ve hiç tarak değmemişti muhtemelen.

"Pislik herif." diye ağzının içinde söylendi Siyeon. Chanyeol'un kendine uzattığı kahve dolu karton bardağı aldı.

"Seni görmek de çok güzel." diye cevapladı onu Chanyeol.

İkisi de konuşmadan önce bir süre manzarayı izledi. Sonsuzluğa kadar uzanan mavi denizi yararak ilerleyen gemilere baktılar, çığlıklarıyla sessizliği bozan martıları dinlediler. Rüzgar şiddetini azaltmıştı. Çok sıcaktı ve sıcakla beraber Siyeon'nun sabrı azalıyordu.

"Neden geldiğimi biliyor olmalısın." diye başladı Siyeon sonunda. Lafı uzatmaya da beklemeye de lüzum yoktu.

Siciline işlenen ikinci belanın sonuçlarını öğrenmeden önce onun geri gelmesi çok önemliydi. Bir yumağa dönüşmüş bu davayı gözü kapalı emanet edebileceği tek kişiydi Chanyeol.

Elindeki bardağı ikisinin arasına koydu, kahve içecek kadar midesine güvenmiyordu. Gözlerini manzaradan çekmemişti hâlâ, tek elini yelpaze gibi kullanarak kendini serinletmeye çalıştı.

Chanyeol'un sıkıntıyla nefes verdiğini duydu. Onun eskisi gibi olmadığını biliyordu Siyeon, yine de bu tavrı canını sıkmaya yetmişti. Bacağının durumu yüzünden mesleğinden soğumasına da hâlâ inanamıyordu üstelik. Saçmalıktı bu.

Okuduğu dönemde akademinin en parlak öğrencisiydi, her işini büyük bir tutkuyla yapardı ve operasyonların merkezinde olmaktan haz alırdı.

Şimdi ise kendini bir araba tamir atölyesinde harcıyordu. Üstündeki haki rengi, kolsuz tişört makine yağı içindeydi ve giymiş olduğu siyah iş pantolonunun dizleri yırtılmıştı. Yüzü değişmese bile ifadesi yorgundu ve bu fiziksel yorgunluktan kaynaklanmıyordu.

Ona ne olduğu merak ediyordu, basit bir sakatlıktan kaynaklanmadığına emindi. Seul'e kendisiyle birlikte geldiği zaman kesinlikle bu konunun peşine düşecekti.

Eating OleanderHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin