Gözleri... O buğulu olmasına rağmen ışıl ışıl bakan gözleri... Baktığı her yeri yakan, kavuran gözleri.Göğsümü delip geçen, içime, en derinime, kalbime işleyen bakışları... Sanki bütün sırlarımı çözmüş gibi imalı ama aslında hiçbir şey bilmiyormuş gibi anlamsız... Ve sessiz... Anlam veremediğim bir suskunluk... Sanki kelimeler dudaklarından değil de gözlerinden dökülecekmiş gibi...
Kavga etmeye hazırlandığım birisi için bunları düşünüyor olmam fazla garipti. Kimine göre basit belki ama benim için oldukça önemli. Bu sırada kendimi ona bağırırken buldum.
-Nasıl yaparsın bunu?
Ne olduğunu anlamamıştı. Anlamsız bakışlarını üzerimde gezdiriyordu. Evet, belki anlamsızdı ama o bakışlarda beni çeken bir şey vardı. Bu arada iyice saçmaladığımı farkettim. Sustum ve onun bir şey demesini bekledim. Son bir bakışın ardından;
-Ne yapmışım? dedi.
Sesinde belli belirsiz bir umursamazlık vardı. Cevap vermekte bir an tereddüt ettim. Söyleyeceklerimin onun için bir önemi olup olmayacağını anlayamamıştım. Yine de susmayacaktım.
-Burası... dedim. Devamını getirememiştim. Nasıl yapardı? Burası bana aitti. Sadece bana. Ağlarken de gülerken de kendimi hep burada buldum. Peki ne zamandan beri hayallerimi kurduğum yerin bir ortağı vardı? Peki o da burada hayal kurmuş muydu? Belki de aynı hayalleri farklı kişilerle yaşattık düşlerimizde. Belkide gözyaşlarımız günün farklı saatlerinde karıştı aynı denize.
-Burası... dedim tekrar. "Burası bana ait. Ya da ben öyle sanmıştım. Sen burayı ne zaman buldun?" Belli belirsiz, biraz imalı biraz alaylı kıvrıldı dudakları.
-Çok... dedi. "Çok uzun zamandır..."
-Bende... dedim keni kendime. Ona söyleyemedim bunu. Anlamamış gibi çevirdi bana gözlerini. Başımı kaldırıp ona baktım.
-Nasıl olur? dedim. "Nasıl karşılaşmayız?"
-Bilmiyorum, dedi. Benim aksime umursamamıştı sanki. Gerçekten bu kadar önemsiz miydi bu? Yoksa ben mi çok büyütmüştüm? Ya da o mu çok hafife almıştı? Aslında hiçbirinin cevabını bilmiyordum. Ve görünüşe göre de alamayacaktım. Bence gitmeliydim. Sanki burada daha fazla kalamazmışım gibi, burası artık bana ait değilmiş gibi. Söyleyecek söz bulamamıştım. Sessizce arkama dönüp ilerideki arabama doğru yürüdüm.
-Çınar-
"Gidiyordu. Hiç bir şey söylemeden hatta arkasına bile bakmadan gitti. İnsan gidişiyle bile hiç tanımadığı birisini nasıl bu kadar etkilerdi? Bir daha görüşmeyeceğimizi bilerek gidişini seyrettim. Gözlerindeki acıyı gördüğümde canım yanmıştı. Sahi ne renkti o gözleri? Bir renk hem gökyüzünün uçsuz bucaksız maviliğini hem de insanın içine işleyen yeşili nasıl bir arada bulundurabilirdi? Ve dudakları... Baş dönmesi veren bir parçasıydı hayatın. Anlamı kendinde saklı ve alabildiğine imalı kıvrıldı dudakları. Dili kilitleyen, hisleri ufacık eden, toz duman hayallere götüren güzelliğiyle savruluyordu simsiyah saçları. Bunları düşünürken buldum kendimi. Nasıl olur da ben bunları düşünürdüm? Ben... Çınar... Çınar Karabulut. Toparlandım. Düşüncelerimi az önce oturduğum taşın üzerine bırakıp eve doğru yürümeye başladım."
Direksiyonu ne kadar sıkı tuttuğumu ellerim acımaya başladığında farkettim. Gözleri hala gözlerimin önündeydi. Tek kaşını kaldırmış ve keskin bakışlarını üzerimde gezdiriyordu sanki. Sol tarafa doğru kıvrılan dudaklarındaki umursamazlık o an canımı ne kadar yaksa da şimdi yüzümde belli belirsiz bir tebessüm oluşmasına neden oluyordu. Rüzgarda savrulmuş saçları dağınıktı. Ve görünüşe göre bu onun hiç umrunda değildi. Saçlarının dağınık olmasının tek sebebi rüzgar mıydı acaba? Ben yanına gitmeden önce dalgın dalgın denizi izliyordu. "Üzgün müydü?" diye düşündüm bir an. Hiç sanmıyorum. O umursamaz bakışların sahibi hiçbir şeye üzülemez. O bakışlarda hiçbir duygu kırıntısı görmediğime adım gibi eminim.
Nihayet eve gelebilmiştim. Tam anahtarımı çevirip kapıyı açtığımda telefonumun sesiyle irkildim. Açmak istemememe rağmen istemsizce elim çantama gitti.