16 ᵉⁿᵈ

395 24 8
                                    

Sarsılıyorum. Yüzüme çarpan sıcaklık tıpkı ölüm gibi.

Hepimizin üzerine sindi ölümün kara lekesi ve dağıldık uzaklara. Artık nerede olduğumuzu bilmezken bedenimdeki kurşun yaralarının verdiği acı ağır ağır parmak uçlarımdan süzüldü ta ki gözlerim bir anlığına açılana dek. Önce parlak bir ışık gördüm ve ardından bağıran insanları duydum. Yeniden sarsılıyordum, üzerinde durduğum yer deprem oluyormuş gibi savruluyordu. Acı tekrar baş gösterirken koluma değen elin sahibi "dayanmalısın Komutan Jeon." diye fısıldadı. Ayırt edebildiğim tek şey bir kadın sesine ait olduğuydu. Bir de, korku hissettim. Yakından tanıştığımız için başka birinin duyduğu korkuyu anlamak zor değildi benim için. Silah arkadaşlarımın gözlerinde her gün gördüm, her gün aynada, eğitimde, konuşmalarda, yemeklerde rast geldim. Şimdi ise adeta vücut bulmuş gibi tutunuyordu bana ve yalvarıyordu. "dayan... dayan..." diyordu. Ama nasıl yapacağımı söylemiyordu.

Vakit nasıl akıp gitti bilmiyorum, tek bildiğim silik suretlerle baş başa kaldığım. Hepsi bombaların alevlerinden fırlıyordu. Ortalık yangın yeriydi. Tepemizdeki kara bulutlar umudumuzu yitirmemiz için çökmüştü sanki tepemize. O vakit hepimiz gerçeği kabullendik, özgürlük uğruna ölümün yoluna baş koyduk ve tek tek öldük. Birer birer eksildik. Ağlamaya, kırıkları toplamaya fırsat bulamadık. Mermiler bedenlerimizden geçti, göğüslerimizi deldiler, kalplerimizi kanattılar. Bilinçlerimiz tek tek yitip gitti. Zaman... zaman anlamını yitirdi artık.

Gözlerimin yandığını hissederken şakağımdan geriye doğru akan damla bedenimi titretti sanki. Yeniden bir şeyler hissetmeye başlamıştım ve bu berbattı. Ta ki... gözyaşı dışında da yüzüme değen bir dokuyu fark edene dek. Dudaklarımda hissetmiştim baskıyı, ilk gözlerimi açamadım bile, sadece kutsandığımı hissettim. Ölümden gelen bir armağandır belki dedim çünkü bu tanıdık his ancak bir hediye olabilir, diye düşündüm. Görünen o ki haklıydım.

"Uyanmışsın."

Uyanmış mıydım sahiden? Ya da uyanıyor muydum? Belki de derin uyku yüzünden duyabiliyordum hâlâ onu. Yoksa, neden yıllanmış sesi bir daha benim kulaklarıma ulaşsın? Sadece rüyalarımda gelen o büyülü ses neden şimdi böylesine bir canlılıkla bana seslensin? İmkansız, gözlerimi zar zor araladığımda parlak ışığın önüne düşen o gölgenin sahibine bakıyor olmamın imkansızlığı gibi. O yüze odaklandım zar zor, konuşacak halim de yoktu isteğimde. Sadece gece gibi saçlarının ve güzel yüzünün etrafından düşen ışık hüzmeleri, bir de onun parlayan güzel gözleri.

Yıllar...

Ah yıllar, hiçbir şey mi alıp götürmedin, yoksa deliriyor muyum ben?

Deliriyorum. Ona deliriyorum. İçimden hiçbir şey alınmadı, kaybolmadı, geçmedi ya da bilhassa silinmedi. Gözden uzak gönülden de uzak değildi bu kez. Gözlerimden ne kadar uzak kaldıysa o içimde bir o kadar —belki de misliyle— büyüdü, büyüdü, benden taştı. Beni içine alıp-sarıp sarmaladı ve öldüğüm tam bu an, bu sıcaklığı yeniden görmek yaralı dudağımın bir yanının hafifçe yükselmesine neden oldu. İçimde onca vakit taşıdım ve öldüğümde ruhumla birlikte o da geldi yanıma. Kalbimden geçen mermiler ona isabet edecekti az kaslın... ölürken de onu sırf kalbimde sakladım diye zarar verecektim. Neyse ki o, çok iyi görünüyordu. Bir melek gibi bembeyazdı, teni yıldızlar kadar ışıl ışıl, saçları gecenin vurduğu deniz gibi süzülüyor. Her bir teli dokunabileceğim kadar yakın, göz bebekleri yansımasından kendimi görebileceğim kadar koyulaşmış; yüzünde buruk bir tebessüm konmuş... ölüydüm ancak yıllardır böyle canlı hissetmemiştim. Özellikle o meleğin tenime değen ince parmaklı eli saçlarımdan geçip yanağımı okşadığında. Çokta kötü değilmiş, dedim kendi kendime. Ölüm çokta kötü değilmiş.

ily | liskookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin