Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Üzerimde fecii bir yorgunluk vardı. Bu fiziksel olmaktan ziyade tamamıyla ruhum ve bilincimle doğrudan bağlantılı bir histi. Zıtlıklar, çelişkiler bir olmuş varlığımı imgelemleri ile dolduruyor, hatta elimde tuttuğum bardaktan taşan sıvı gibi taşmasına sebep oluyorlardı. —Bu taşkınlara halk arasında gözyaşı deniyordu.— Alkol pek sevmezdim, sadece Jungkook'un yanında içiyordum, ona güvendiğim ve kendimi kaybettiğimde teslim olabileceğim yegane kişi olduğu için. Şimdi o yoktu, alkol ile dolup taşan bir bardak ve tanımadığım insanlar vardı. Bazılarını sima olarak, bazılarını da fakülteden tanıyordum. Onlar dışında Jennie de buralarda bir yerlerdeydi. Biraz kafamı dağıtayım diye arkadaşının bu ev partisine gelmemi istemişti.
Anlayacağınız günler sonra fakülte ve ev dışında başka bir yerde, başka bir köşede tek başıma oturuyordum. Başladığım noktaya geri dönmüştüm. O gün de bir partideydim, hiç kimseyi tanımıyordum onların da beni tanımadığı gibi. Artık arkadaşım diyebileceğim insanlar vardı, buna rağmen görülmüyordum, yalnızdım, eskisinden daha çok sarsacak kadar yalnızdım. Sebebi ise kimse görmüyor diye değildi bu sefer, o görmüyor diyeydi. Görmüyordu, görmemişti. Yine kendinden başka bir şey görmemişti.
Dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönmüştüm sanırım. Kendi kendime oflayarak bardaktan bir yudum aldım. Boğazımdaki düğümlerin arasında akmakta zorlanan sıvı değdiği yerleri yakarken yüzüm buruşmuştu, daha fazla içemeyecektim. Bu yüzden onu kenardaki sehpanın üzerine bıraktım. O içki de tıpkı Jungkook gibiydi. Çok zararlıydı, dokunduğunuz gibi etkisine kaplıyordunuz, kontrolü elinizden aldığında çok güzel hissediyor; ayıldığınızda korkunç gerçeklerin sevimsiz suratıyla güne uyanıyordunuz. Şimdi onu da başka bir yere bırakmıştım güç bela fakat uzakkaşsa dahi tadı ve hissettirdikleri damağımdaydı. Geçirmeyeceğini, unutturmayacağını bilsem de kana kana içmek istiyordum.
Bardakla bakışıyorken beni korkuyla titreterek koluma giren kişinin yabancı olmayışı içime su serpmişti. Jennie büyük gülümsemesiyle, "hadi gel oyun oynuyoruz!" Diye coşkuyla beni davet etti. Galiba sarhoştu.
"Yok ya sen git, ben birazdan eve dönerim zaten." Alt dudağını sarkıtıp yavru kedi gözlerini takındı reddedişime karşın, yalvarıyordu, "Lütfen, cennette çok eğleneceğiz." diye. Cennet dediği sadece yalandı oysa. Yaşadığımı sandığım şeydi.
Kaşlarımı çatıp arka tarafa baktım. Bir kaç kişi Jennie'nin bahsettiği oyun için yuvarlak bir masanın etrafına toplanıyordu, hemen masanın ardındaki duvarda ise bir dolap vardı. Bildiğim kadarıyla o masadaki gençler bekardı. Pekala, bu cennette yedi dakika dedikleri oyundu galiba.
Gözlerim Jennie ve oraya toplanan yaşıtlarım arasında gidip gelirken kendim için bir şeyler yapmak istediğimi, bir seferliğine de olsa düşünmek istemediğimi, sadece bulunduğum yere uyum sağlamayı istediğime inandım. Unutamasam da ertelemek istiyordum, böyle yaşayamayacağımın farkında olduğum için. Bu benim kırılma noktamdı, bir şeylerin değişmesi için hayatımızda attığımız o ilk adımlardan farksızdı. Bu sebeple bıraktığım bardağı düşündüğümden daha hızlı bir şekilde shot attım, onu bitirdim ama yakmasına engel olamadım. Öyle ki, Jennie ile birlikte masaya geçene dek bıraktığı his geçmek bilmemişti.