Hastanenin kocaman fayansları arasında, "Profesör Doktor Rahmi Koç. Ameliyathaneye gelmeniz rica olunur." anonsları; başımın içinde yankılandı. Küçük bedenimdeki yüreğimin delicesine çarpması, göğüs kafesimi daraltıyor, nefes almamı imkânsız hale getiriyordu. Ufacık avuçlarımı tutan babamın ellerinin sıcaklığı, tutunabilecek tek dalım olduğunu hatırlatıyordu o an bana. Birden küçük bedenimin sallandığının farkına vardım. Sallanmamın nedeni ben değildim; elimi tutan babama aitti bu titrek eller. Korkunun yüzüne vurduğu; açılan iri gözerinden gözyaşlarının, burnunun etrafından yavaş yavaş süzülmesinden belli oluyordu.Gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir şey görüyordum, nedir bilmiyorum. İsteksizlik mi, korku mu demeliyim, endişe mi, hayal kırıklığı mı yoksa? Gözyaşlarıyla ışıldıyor ama bakışları... 'Erkekler ağlamaz." demek istiyordum ona. Erkekler ağlamaz! Annem bana hep böyle derdi.
Cam bir fanusa kapatılıp çıkmaya çalışan pirelerin cama sürekli ve art arda çarpıp durması gibi düşüncelerim de ruhumun sınırlarını taciz ediyor; bedenimin içinde bulunan ruh da bu rahatsız olmuşlukla organlarımı işgal ediyor, düzenimi bozuyordu. Buranın loş havası ve insanların hüzünlü surat ifadeleriyle, geçen her saniye kalbime saplanan bir iğneye bedeldi. Duvarların arasında hapsolmuş kapılardan biri, beyaz önlüklü doktor ve asistanların çıkışının ardından sert bir şekilde kapandı. Yüzleri; kötü haber vereceklermiş gibi öylesine hayal kırıklarıyla doluydu ki hepsinin...
" Onlar yaşıyor değil mi? Karımla bebeğim. Doktor Bey onlar yaşıyor değil mi? " Babamın sesini hiç bu kadar yıkık ve umutsuz olduğunu hatırlamıyordum. Beyazların içindeki doktorun bakışlarının benim üzerimde, mutsuz bir şekilde olduğunu anladığımda anlamıştım. Her şeyi...
" Karınızın erken doğum nedeniyle aşırı kan kaybetmesinden ne onu, ne de bebeğini kurtarabildik. " O an, zaman benim için durmuştu. Hiçbir şey hissetmiyordum bu sözlerden sonra. Ağzımı açabildiğim kadar açıp bağırmak, çığlık atmak istiyordum. Ama çığlıklar boğazımda kilitlendi bir anda. Bir yumruk saplanmıştı adeta. Hiçbir şey yapamıyordum. Zihnimde boşluk hissediyordum. Başımın daha önce hiç bu kadar ağırlaştığını hatırlamıyordum. Hemen koşmaya başladım. Geçirdiğim şoktan gözlerim, görmekten çok ağrıya sebep oluyordu. Birden her şey siyaha büründü. Buna rağmen koşuyordum. Nereye gittiğimi, kime çarptığımı önemsemeden... Aydınlık olmasına rağmen karanlık gördüğüm duvarları elimle yokladım ve kapıyı buldum. Kapıya delicesine yumruklarımı indiriyor, tekmelerimi savuruyordum. Daha önce hiç olmadığım kadar kuvvetli hissediyordum kendimi. 'Anne. Beni bırakma!' O an omzumda bir el hissettim.
" Eylül! Eylül! Uyan. " Terle çevrili gözlerimi açıp aniden yatağımdan sıçradım. Bütün gecelerim, geçmişimi siyaha boyayan anılarımdan oluşan rüyalardan ibaretti. Her zamanki gibi...
" İyi misin? Korkmuş görünüyorsun. " Güçlükle ayağa kalktım.
" Ben iyiyim. Sadece basit bir kâbus gördüm. "
" Yine anneni kaybettiğin günü mü gördün? " dedi iç geçirerek. Konuşmak istemiyordum. Sadece kafamı sallamakla yetindim. . . .
Mutsuzluk nedir bilmezdim ben. Ta ki günlerce uykusuz kalmama sebep olacak şeyler yaşayana kadar... Gözaltlarım simsiyah bir asfalttan farksızdı. İçinde bulunan yağmurdan kurtulmak isteyen kara bir buluta mı benzetmeliydim yoksa?
Günlerdir kanepede sessizde duran telefonumun ekranından ışık geldiğini görünce isteksiz de olsam gelen mesaja baktım. Aslında bu bir mesaj değildi. Takvimimde kayıtlı olan hatırlatmaydı. Bugün günlerden babamdı. Ziyaret günüydü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Devamı Gelecek...
Teen Fiction“Ben iki kez doğdum: İlkinde 1995 yılının Eylül ayında, dünyaya gözlerimi masumca ilk kez açtığımda, daha sonra tekrar 2014 yılının Kasım ayında hiç beklemediğim, çocukluğumu kirleten geçmişimi bana unutturabilecek bir telefon geldiğinde.” Bi...