Tekne,
Hava ağarmaya başlamıştı. Güneş teknenin kıç tarafında birazdan kendini gösterecekti. Kaptan, kamaranın ortasına serdiği Koçerlerin koyun yünlerini hamamda presleyerek yaptıkları keçe adı verilen döşeğin üstünde sızmıştı. Ahmet dümenin karşısına sabitlenmiş kahverengi deri koltuğun üstünde ufku gözlüyordu. Zaman zaman da göz kapakları usulca kapanıyordu. Motor dün geceye nazaran daha az gürültü çıkarıyor gibiydi. Birden karinadaki odanın kapısı açıldı ve genç kadın kaptanın tombul ayaklarına basmamaya özen göstererek merdivenlere yöneldi. Sekiz-on ahşap merdiveni çıktıktan sonra kaptan köşküne ulaştı. Bitkin olduğu yüzüne yansıyan Ahmet, onun geldiğini fark etmemişti bile.
Genç kız, destansı maviliğin karşısında büyülenmişçesine duruyordu. Gökyüzü ile denizin kesiştiği noktayı fark edemiyordu, denizin nerede bittiğini merak ediyordu. Denizi ilk defa gören bütün insanlarda olduğu gibi Sirya'nın da gözlerinde ürküntüyle hayranlığı, dinginlikle coşkuyu bir arada görmek mümkündü. Güneş, pencereyle tavanın birleştiği gümüş renkli şeritten Ahmet'in yüzünü aydınlatmaya başladı. Gözlerini açar açmaz dirseklerini konsolun üstüne dayayarak ellerini yüzünde birleştirmiş olan Sirya'nın altın sarısı saçlarını gördü. Sağ avucunun içiyle gözkapaklarını ovuşturarak, taburenin üstünde oturup pencereden dışarıyı izleyen Sirya'ya 'günaydın' dedi.
''Günaydın! Uyandırdım mı seni?''
''İyi oldu uyandığım... Daha önce hiç deniz görmedin değil mi?''
''Dün akşamı saymazsak görmedim. Dışarıya çıkmak istiyorum.''
''Olur, çık ama dikkat et, tekneden düşme sakın.''
Sirya İskele tarafından korkuluklara tutunarak baş güverteye doğru yürüdü.Ahmet de arkasından göz ucuyla onu kollayarak yavaş adımlarla gelip kasara güverteye oturdu. Sirya ayakta demirlere yaslanarak duruyordu. Sersemletici bir rüzgar yüzüne vuruyor saçlarını havalandırıyordu. Taze iyot kokusu ciğerlerine doluyor, bu deli mavilik başını döndürüyordu. Lacivert kot pantolonu ve beyaz çizgili gömleği ile birlikte uyumuş, giysileri oldukça kırışmıştı. Ayakları yaslandığı demirin hatrına vücudunu zar zor taşıyordu. Günlerdir yollarda oradan oraya sürüklenip duruyordu. Amansız bir savaştan kaçmış birinin ruh halini sürekli yansıtıyordu.
Kuşkusuz amansız bir savaştan kaçıp kurtulmuştu. Günlerce süren açlık ve susuzluğun ardından yaşama tutundu. Onlarca yaşlının ve çocuğun, güneşin kavurucu sıcağının altında kırılmasından sonra bir helikopter onları güvenli bölgelere ulaştırmıştı. Sonrası göç ve uzadıkça uzayan yollar, bitip tükenmek bilmeyen sürükleniş... Şimdi Sicilya kıyılarına atacaktı kendini. Oradan Paris'e amcasının da içinde bulunduğu diasporaya sığınacaktı. Dört yaşındayken Saddamın askerleri bir köy baskınında annesini öldürmüştü. Babası ve erkek kardeşi onu Türkiye'deki akrabalarının yanına yolladı.
Kafasında her şeyi kurgulayıp hesapladı. Bu gün Salı olduğuna göre Perşembe günü İtalya da olacaklardı. Avrupa'yı merak ediyordu. Fakat hayal kurmak için acele etmiyordu. Hayal dünyasını en kötüye hazırlıyordu. Sınırı nasıl geçeceklerini merak ediyordu. Sınırları kafasında çok büyütmüştü. Ülkeleri ayıran soyut kırmızı çizgiler sanki boydan boya dikenli tellerle ve muhafızlarla doluydu. Oysa dağlar, tepeler, uçsuz bucaksız ormanlar, akarsular sınır tanımazdı, yeryüzü sınır tanımazdı.
''Paris'e nasıl gideceğiz, sınırda yakalanma ihtimalimiz varmı?''
''Önce bir İtalya'ya varalım da, sonrasını düşünürüz. Allah büyüktür.''
''Allah daima büyüktür.''
''Yasal yollarla gitmeyi denedin mi Fransa'ya?''
''Türkiye'de ki akrabalarım çok uğraştı. Ama bir türlü vize alamadım. Avrupa daha fazla mülteci istemiyor''
'' Hadi içeri geçip bir şeyler yiyelim. Kahvaltı yapmamız gerek.''
Buz dolabının içinde dilimlenmiş peynir, salam ve sebzeler bulunuyordu. ''Ekmekler tezgahın altındadır.'' dedi Sirya'ya Ahmet. İkiye bölünmüş somunları peynir ve salamla doldurarak herkese yetecek kadar sandviç hazırladılar. Tezgahın üstüne ki kuzineyi kullanarak çay demlemek istedi Ahmet. Ocağı yakmayı bir türlü başaramayınca Sirya müdahele etti, eğilip tüpün vanasını açtı. Demliğin kaynayan fokurtusuyla Farzaan uyanıverdi. uzandığı koltukta doğrulduktan sonra, önündeki eski, yırtılmaya yüz tutmuş ayakkabılarını ayağına geçirdi. Kötü bir türkçeyle ''tuvalet nerede?'' diye sordu. Ahmet sadece tuvaleti duyabildi. Koridorun sağ tarafında ki kapıyı işaret etti parmağıyla.
Farzaan Muhammed yirmi beş yaşındaydı. Göründüğünün aksine eğitimli, zeki, çalışkandı. Üniversitesinde ticaret eğitimi almıştı. Bilgisayar ve İngilizce sertifikalarını sürekli yanında taşırdı. Libya'dan kaçak yollardan Türkiye'ye gelmişti. Hiç bir şey umduğu gibi gitmemişti halbuki. İki buçuk senedir Türkiye de kötü koşullarda merdiven altı işlerde çalışıyordu.
Karinanın içine geçerken kafası alçalan tavana değmesin diye neredeyse iki büklüm olmuştu. Boyu uzun sayılabilirdi, kemikleri iriydi fakat derisi neredeyse kemiklerine yapışmıştı. Elmacık kemikleri zayıflıktan olsa gerek, olduğundan daha dışbükey görünüyordu. Gözleri diğer Afganların aksine biraz daha iriydi ve düzensiz uzamış saçlarından daha siyahtı. Lavabodan çıktıktan sonra tezgahın üstündeki kağıt havluyla ellerini kuruladı. Ahmet ona hazırladıkları ekmek arası peynir ve salamı uzattı.
Saat 10:30 . Tekne Kıbrıs adasını çoktan arkasında bıraktı. Doğu Akdeniz de yoluna usulca devam ediyordu. Kaptan uyanmış ve dümenin başına kurulmuştu. Yarım yamalak İngilizcesiyle Renzo ile rota hakkında konuşuyorlardı. Ahmet ve Farzaan ise güvertede koyu bir sohbete koyulmuşlardı. Farzaan Türkiye'de ki maceralarını anlatıyordu. Polisten nasıl kaçtıklarını, çöpten topladığı kağıtları, yedi sekiz kişiyle beraber yaşadığı virane dairesini...
''Türkiye'ye nasıl geldin?'' diye sordu Ahmet.
''On dokuz gün sürdü. Pakistan sınırından İran'a geçtik. Günlerce yemek yemeden yürüyüp durduk. Orada ki kaçakçılar sizin gibi değildi. Her şeyi parayla satıyorlardı. İki litre suya yüz dolar verdiğimi hatırlıyorum. Sabahtan akşama yürüdükten sonra az biraz dinlenip yola devam ediyorduk. Yolda ölenler oldu. Biz yine durmadık yürümeye devam ettik. On iki günde Tahran'a vardık. Oradan araçla Urmiye'ye. Sonra yine yürüyerek dağların arasından Van Gölü'nün kıyısına vardık. Sonra İstanbul Zeytinburnu'na. Biz oraya küçük Afganistan deriz. Çok afgan arkadaşım vardır.''
''Ne iş yaptın orada?''
''Uzun bir süre çöplerden kağıt toplayıp sattım. Sonra tekstil, deri atölyelerinde çalıştım.''
''Oturma izni alamadın mı? Daha önceleri tanışsaydık sana çalışma izni koparabilirdim.'' Diye cevapladı. Farzaan birşeyler söylemek istesede sustu ve sessizliğini bozmayarak kısa sohbeti bitirdi.
.lw.sx(I
ŞİMDİ OKUDUĞUN
''Cenneti Iskalamak''
General FictionEğer damdan düşer gibi bir travmanın, kaosun, fırtınanın, toz bulutunun ya da karanlığın ortasına düşerseniz, paniklemeyin! Bu bir yanılsamadır. Sadece bütünün parçasıdır, bir kesit, anlamsız bir kafa karışıklığı ya da büyük resmin küçük penceresidi...